Onu öldürdük- sen ve ben.
Biz, hepimiz onun katilleriyiz.
Ama bunu nasıl yapabildik? Denizi nasıl içebildik?
Tüm ufukları emen süngeri bize kim verdi?
Dünyayı güneşten kopardığımızda ne yaptık?
Nereye gidiyor şimdi? Nereye gidiyoruz şimdi? Tüm güneşlerden uzak!
Sürekli batmıyor muyuz? Geriye, yanlara, öne, her yöne? Var mı yukarıda?
Veya aşağıda kalan? Sonsuz bir hiçlikle başıboş değil miyiz?..
Tanrı ölüdür.
Tanrı geride ölümü bıraktı.
...ve biz onu öldürdük.
Ve..
16 Mayıs 2011 Pazartesi
Gönderen fortunato zaman: 5/16/2011 04:10:00 ÖS 0 yorum
Kızıl Ölümün Maskesi
5 Mayıs 2011 Perşembe
"Neler yapıyorum bilmek istiyordu. Uzunca bir süre oturdu ve vaktinin daha verimli geçmesini nasıl sağlayabilir diye düşündü. En sonunda bunu yaparken de vakit kaybettiğini fark edip düşünmeyi bıraktı. O gün bu gündür düşünme eylemini yalnız başına uygulamıyor." Tanımadığım biri bu manasız cümleleri kurarken ben soğuk havanın uykumu açmasını bekliyorum. Bir sürü tanımadığım insan içerisinde iki tanıdıkla duruyorum. On dakikamız var. Çoğu zaman on dakikadır. Uzatabilirsin, genellikle sorun olmaz. Ama ben gecikmek istemiyorum. Belki de sorun olmayacağı için. Sabahları erken kalkma olayını hiçbir zaman sözlü bir şekilde desteklemesem de değerli olduğunu itiraf ediyorum. Yalnız benim sahici uyanıklık olarak adlandırabileceğimiz o beyin dalgalarına geçişim biraz uzun sürüyor. Kabaca yani. Bu nedenle pek sık söyleyemiyorum erken kalkmanın belli bir şekilde hoşuma gittiğini. Bazen bunu dile getiremeyecek kadar uykulu olabiliyorum üstelik.
Aslında birkaç fincan kahve, bir paket çikolata ve bir gazete ile sabahın erken saatlerini keyifle geçirebilirim. Ancak bu on dakikalık moladan önceki elli dakikadan da oldukça keyif alıyorum ve sonraki elli dakikaya gecikmem istememem bundandır sanıyorum. Hala oldukça erken, rutinimde böyle sabahların günleri de uzun sürdüğünden çokça şey hatırlayabilirim. İlk elli dakika veba ile geçiyor, ve pek çok ilgili ayrıntıyle destekleniyor. Çoğunlukla böyle değildir. Şimdi ne kadar basit, o zamanlar insanlığı kırıp geçiren bir korku Veba... Kızıl Ölümün Maskesi?
O sırada tanımadığım başka biri Japonya'daki insanların 'inanılmaz' ayırt edici tipte olduğu halde ülkemizdeki insanların 'inanılmaz' karışık tipte olduğundan yakınıyor. Buna sunduğu gerekçeyi söylemeye dilim varmıyor. Hala o yorgun uyku halini üzerimden atmaya çabalıyorum, ancak bu uykunun kendisi kadar pasif ve tatlı bir çaba. Aklıma Japonya'daki deprem geliyor, insanların fenotipinden evvel bu geliyor. Depremle birlikte temiz su kaynaklarının tükendiğini anımsıyorum. Olabilecek yada olmakta olan salgınlar... On dakikanın dolduğunu hatırlatan arkadaşlarla beraber yerlerimize geçmek için tanımadığımız o güruhtan uzaklaşıyoruz. Birkaç dakika sonra konuşulan konu yeniden uykumu açmaya başlıyor. Dramatiktir, diyor, çok olmadı, 2010'da Haiti'de depremin ardından kolera pandemik olarak görüldü.
Gönderen fortunato zaman: 5/05/2011 05:48:00 ÖS 0 yorum
I climb the tree to see the world..
24 Nisan 2011 Pazar

*
" Yıllar sonraydı belki, hasır şapkalı bir adam çıkıp geldi sisin içinden. Meksika purosu içiyordu sürekli. Tırnak içleri toprak doluydu. Ateşin başına oturup sırtını boşluğa dayadı. Kurt seslerinin ortasında, konuşmadan saatlerce oturduk. Güldü sonra, dişleri çamurluydu ve ağzını açınca küçük çakul taşları düşüyordu yere, sisin içinde, yuvarlana yuvarlana kaybolup gidiyorlardı." (Karanlık Beyaz)
*
Sabaha karşı uyanıyorum, genelde sabahları uyuyorum ancak gece uyuduysam sabaha karşı mutlaka uyanıyorum. Bazı geceler sırf yatağa saklanmak için yattığım oluyor. Yatmaktan yorulduğum zamanların sonrasında rahat uyuyamıyorum. Uykuya dalmaya yakın kafamın içinde kendi kendine koşuşturan anlamsız sözcük öbeklerini fark edip yatakta geçirdiğim sürenin en rahatlatıcı kısmına geldiğimi anlıyorum. Bilinçaltının bilincin kendisiyle kavgaya tutuştuğu o zamanlarda şu an elbette hatırlayamayacağım fakat kimi zaman kaybolmakta olan bilincimin anlık ortaya çıkışıyla farkına vardığım bu geri dönüşleri yakaladığım için bile uykuyla uyanıklık arasındaki o anları seviyorum, her şeyin mümkün olduğu yegane anlar buınlar olsa gerek, rüyalar bile değil.
*
"Demek ki insanlar birbirlerine ancak muayyen bir hadde kadar yaklaşabiliyorlar ve ondan sonra, daha fazla sokulmak için atılan her adım daha çok uzaklaştırıyor. Seninle aramızdaki yakınlaşmanın bir hududu, bir sonu olmamasını ne kadar isterdim. Beni asıl, bu ümidin boşa çıkması üzüyor... Bundan sonra kendimizi aldatmaya lüzum yok... Artık eskisi gibi apaçık konuşamayız... Bunları ne diye, neyin uğrunda feda ettik? Hiç!.. Mevcut olmayan bir şeye malik olalım derken mevcut olanları kaybettik... Her şey bitti mi? Zannetmem. İkimizin de çocuk olmadığımızı biliyorum. Yalnız bir müddet dinlenmek ve birbirimizden uzak durmak lazım. Ta birbirimizi tekrar görmek ihtiyacını şiddetle duyuncaya kadar. ..."
Gönderen fortunato zaman: 4/24/2011 03:03:00 ÖÖ 2 yorum
Nasıl anlatamıyorsun mesela?
11 Nisan 2011 Pazartesi
Şimdi sabah sekizde otobüs durağında isem otobüsü kaçırmışım demektir. O otobüs duraktan sekize altı kala kalkar, neden bilmiyorum. Normalde beş kala kalkması gerekir ama altı kala kalkıyor işte ki ben o otobüsü kaçırmışsam eğer, durakta kimsecikler yoksa ve otobüs durağın hemen önünde beklemiyorsa, yani anlamışsam o sıkıcı ve yorucu otobüsü kaçırdığımı, o an yağmur yağıyor olmalı. Bir sürü otobüsün karşısında dumanlı havada durmuş ve kaçırmış olduğum ve belki evden kaçırmış olacağımı bilerek çıktığım kendi otobüsümün yokluğunu fark etmişsem, o an yağmurun altında olmalıyım. Nedeni falan yok. Birçok şeyin nedeni yok. Gerçi yarın yedide uyanacağım da yok. Ne yedide uyanacağım yarın, ne de normalde sekize beş kala kalkması gerekirken altı kala kalkmış olacağını bildiğim otobüse bineceğim. Sanıyorum. Olabilir de, neden olmasın? Ama pek sanmıyorum. Gerek de yok. Buna rağmen yarın yağmur yağsın istiyorum uyandığımda ve evden çıkarken işte... Her neyse baya uzattım, kısacası... Kısacası, kısacası da yok. Olsa yazardım. Belki.
Gönderen fortunato zaman: 4/11/2011 03:35:00 ÖÖ 0 yorum
Senin gibi..
20 Mart 2011 Pazar
Gönderen fortunato zaman: 3/20/2011 03:35:00 ÖÖ 0 yorum
Hiç aklımda yokken..
12 Mart 2011 Cumartesi
Anla, diyor. Gösteriyor. Hava aydınlanıyor yavaş yavaş, yataktan kalktığımı görüyorum, yine evden çıkıyorum düşünmeden. Şansını kaybetmeden, diyor, çünkü her şey için doğru bir zaman var. Öyle olması gerekiyormuş gibi, evden çıkacağım doğru zaman o olacakmış gibi.. çıkıyorum. Ve işte o gün, dönüyorum. Yine doğru zamanda biletimi alıyormuşçasına gazeteyi görüyor, okuyor, karar veriyorum. Düşünmeden, ne olacağı bilmeden yola çıkıyorum.
Merdivenleri hızlıca inerken hissettiğim soğuk kadar gerçek, birkaç adım sonraki rüzgar kadar acımasız bir iç çekişle tanışıyorum. Hayatımdaki her şey parçalanmış, diyorum, bazı parçalar kaybolmuş yada hiç var olmamış. Hava karanlık, yerler eriyen karla ıslak, gece sonsuz, gece.. Hafızamdan bazı anları seçip bir süre yalnızca onlar etrafında, içinde, uzağında yaşıyorum. Çünkü sen, diyor, devam etmiyor.
Anlıyorum, diyemiyorum. Anlasam da bilemiyorum. Doğru zaman hiç olmayacaksa düşüncesinden ne kadar kaçsam da defalarca tekrarlamaktan vazgeçmiyor. Öyle belli belirsiz dokunuyor ki hissetmiyor olmaktan korkuyorum. Her şey için doğru zaman vardır, bunu ben diyorum. Elimde gazete ve kahveyle merdivenleri çıkarken eski birkaç an bana eşlik ediyor. Yol karanlık, gece ilk defa bu kadar ağır gelmişti. Ben seçtim, diyorum, ben karar verdim buna. Yalnızca pişmanlık. Ve gece.. Ve yol, yine yol, bitmiyor.
Gönderen fortunato zaman: 3/12/2011 01:33:00 ÖÖ 0 yorum
Sen bilirsin aslında aklımdan geçenleri..
7 Mart 2011 Pazartesi
Gönderen fortunato zaman: 3/07/2011 02:40:00 ÖÖ 0 yorum
Mesela..
26 Şubat 2011 Cumartesi
Vakitsizliğin ortasında durup mutsuzluklarımızla, sahip olamadıklarımızı hak etmeyişlerimizin cezasını çektiğimizi düşünürüz.
Utana sıkıla yazdığım birkaç satırın içinde büyüyor, küçülüyor her şey. Gündelik uğraşlara takılıp güçlü görünmeye çalıştıkça gülün bana. Yalanlarımı yalnız bana söylüyorum ya; nedeni, niçini yok hiçbir şeyin. Gözlerini kapadığında dönüyor mu dünya, duruyor musun yoksa? Haydi bitti de, ve bitsin. Hepsi kurmaca olacak bir gün. Ya yarın, dün?
Sonra Selim gibi, kimsenin yaşantısını beğenmedim, kendime uygun bir yaşantı da bulamadım diye yakıyorum da dumanlı bir havada ellerim soğuktan titrerken geç kalmanın rahatsız endişesini taşıyorum yine. Halbuki o tamamlanmamış huzuru huzursuzluğun en derininde bulmuştum. Belki de yalnızca duymuştum? O kırmızı koridorun soğukluğu gerçek değil miydi?
Gönderen fortunato zaman: 2/26/2011 01:07:00 ÖÖ 1 yorum
Gecenin tam ortasında..
15 Şubat 2011 Salı
Gönderen fortunato zaman: 2/15/2011 12:55:00 ÖÖ 0 yorum
O zamanlar..
29 Ocak 2011 Cumartesi
Söylenecek bir sürü şey vardı, ama kendi kendime o kadar çok tekrarladım ki artık birkaç basit düşünce haline geldiler, eskidiler, soldular ve ben onları yazmanın bir yararı olacağını düşünmüyorum artık.
*
Elimde bir silah vardı.
Size o gün parkta neler olduğunu tam olarak açıklayamam, ama elimde bir silah olduğunu ve o silahı nereye doğrultacağıma karar veremediğimi söyleyebilirim.
Neticede, yere saçılıp etrafta kırmızı gölcükler oluşturmamış olabilir, ama o gün çok kan döküldü.
*
Gönderen fortunato zaman: 1/29/2011 04:14:00 ÖS 1 yorum
Bir Mahkûm
23 Ocak 2011 Pazar
" Ne demeye çalışıyorsun sen? Yani bu küçük kıza iyilik olsun diye mi tecavüz ettin, onu iyi bir amaç uğruna mı öldürdün? İnsan öldürmenin neresinin iyi olduğunu düşünüyorsun? "
" Efendim, o kız zaten ölüme çok yakındı, ben onun hayatına son vermeseydim daha da kötü bir şekilde ölecekti. Tek amacım onun acısız bir şekilde bu dünyadan ayrılmasını sağlamaktı. "
" Ne demeye çalışıyorsun seni adi, aşağılık çocuk katili... Şerefsiz sübyancı!!! "
" Lütfen bayım, sinirlerinize hakim olmaya çalışın. Acınızı anlıyorum; nihayetinde ben de bir babayım. Adaletin yerini bulması için elimden geleni yapacağım, lütfen... "
" Efendim, devam edebilir miyim? "
" Evet, evet, devam et, lafı dolandırmaktan da vazgeç. "
" Dediğim gibi onu öldürmemin tek nedeni onun iyiliğini düşünmemdir. Tecavüz suçlamasına gelince ben kimseye tecavüz etmedim. "
" Yalancı! Ne istedin küçücük kızımdan, ne... "
" Beyfendi, isterseniz duruşmaya kısa bir süreliğine ara verelim, renginiz çok kötü, bayılacak gibisiniz. "
" Hayır, efendim. Gerek yok buna. Kızımın katilinin cezalandırıldığını görmeden önce iyi olamam zaten. O yüzden tek istediğim bu duruşmanın bir an önce bitmesi ve suçlunun cezasını bulmasıdır. "
" Peki, o zaman, siz bilirsiniz. Sen devam edebilirsin. Tüm deliller ve doktor raporları kızın tecavüze uğradığını gösterirken; nasıl olup da aksini iddia edersin açıkla bize. "
" Efendim, ben o kıza tecavüz etmedim. Onunla birlikte oldum, ama bu kesinlikle tecavüz değildi. "
" Kızım baygındı aşağılık herif, küçücük, savunmasız... "
" Beyfendi, lütfen... Size gelince Bay Limquost, yasalarımıza göre, isteğinin dışında, bir kadınla birlikte olmak tecavüzdür, yasaktır ve cezası hapistir. "
" Kızın istemediğini nereden biliyorsunuz peki? "
" Bakın Bay Limquost, sabrımın sınırlarını zorluyorsunuz ve bu hiç de yararınıza değil. Ayrıca mahkemeyi gereksiz yere oyalamak ve zamanımızı harcamak da ayrı bir suçtur. Şimdi baygın bir kızla bilgisi dahilinde olmadan birlikte olmanın nasıl suç olmadığını açıklasanız ve savunmanızı bitirseniz iyi olur. "
" Kızın bakire olarak ölmesine izin mi vermeliydim yani? "
" Ne diyor bu adam, Hâkim Bey lütfen... Lanet olasıca herif! "
" Daha on beş yaşındaki bu kızın öleceğini de nereden çıkardınız? "
" Çünkü benle beraber olduktan sonra o da frengiye yakalandı. "
" Aman Tanrım, siz gerçekten de bir akıl hastasısınız bayım! "
" Küçük bir kızın frengiden ölmesini istemezdiniz değil mi? Hahhhaahha!!! "
" Herkes ayağa kalksın, kararımı açıklıyorum. Şu anda sanık sandalyesinde oturmakta olan Bay Limquost, küçük bir kıza tecavüz etmek, hastalık bulaştırmak ve cinayet suçlarından idama mahkûm edilmiş bulunmaktadır. İdamı bir saat sonra, yani bu öğle vakti gerçekleştirilecektir. Duruşma sona ermiştir. "
" Hahhahhha!!! Bayım, ben de frengiden ölmek istemezdim zaten... "
Gönderen fortunato zaman: 1/23/2011 10:32:00 ÖS 6 yorum
Mona Rosa
11 Ocak 2011 Salı
Şair Sezai Karakoç'un hakkında en çok konuşulan ve her yeni yorumla bambaşka bir boyut kazanan kurmaca bir hikayeye sahip şiiri Mona Rosa, hiç şüphesiz ki her ne amaçla yazılmış olursa olsun en etkileyici ve dokunaklı şiirlerden biridir. Ayrıca ben ne hikmetse ilk duyduğum andan beri bu şiire bir türlü alışamadım. Bu demek ki, her okuduğumda, daha önce farkında olmadan büyük bir kısmını ezberlemiş ve şimdilerde unutmuş olduğum halde, sanki daha önce hiç duymamış gibi aynı beğeniyle ve tazelikle okuyorum. Aynen öyle, aklıma geldikçe açıp okuyorum. Öyle her şiiri kolay kolay sevmem ve hatta Sezai Karakoç'un diğer şiirlerinde aynı doyuruculuğu bulamadığımı da itiraf edebilirim fakat gel gör ki Mona Rosa bambaşka...
Aslında Sezai Karakoç ile şiirin iskeletini oluşturan Muazzez Akkaya sahiden de Mülkiye'den tanışıyorlar, aynı sınıftalar ve herhalde şairin hislerinin yalanlanacak bir yanı yok. Ha, sahiden de şiir tam anlamıyla Muazzez'in üzerine kurulu, zira sırayla kıtaların ilk harflerini yan yana dizdiğimizde tahmin edin ne ile karşılaşıyoruz?!
Velhasıl, her yerde anlatılan hikaye şöyle ki; vakti zamanında oldukça çekingen(!) olan ve büyük aşkının itirafına rağmen reddedilen şairimiz aradan yıllar geçtikten ve Muazzez evlendikten sonra, okuldan mezuniyet törenleri esnasında kürsüye bir şiir okumak için davet edilir, bu davete hayır demeyen Karakoç halihazırda ezberinde olan Mona Rosa şiirini tüm dinleyenlerin büyülenmiş bakışları altında okur. Hatta hikaye burada bir abartı fırtınasına yakalanır ve kimi anlatıcı tarafından denir ki dinleyenlerin yoğun ısrarı üzerine şair şiiri üç defa tekrar okur. Ardından Muazzez koşarak kürsüye fırlar ve evvel zamanda reddettiği fakat bu derin şiirle şimdi gönlünü fethetmiş olan büyük şaire evet, der, evet kabul ediyorum. Ve Sezai Karakoç orada tokat gibi cevabıyla hayır der, artık ben kabul etmiyorum; ki bunun üzerine ertesi gün Muazzez'in intihar etmiş olduğu öğrenilir.
Muhtemelen bu hikaye okur kitlesinin geneline hitap eden ve peşinde pek çok yaşlı göz bırakabilecek türden trajik bir aşk hikayesi, fakat doğru değil... Bahsi geçen Muazzez Akkaya mezun olduktan sonra evlenmiş, üç çocuğu olmuş ve hiçbir zaman intihar etmemiştir. Bilmiyorum gerçekten bu mükemmel şiirden haberi oldu mu, olmadı mı; fakat haberi olmuş olsa da, olmasa da, Sezai Karakoç böylesine müthiş bir şiir yazdı ya, ben ona bakarım arkadaş!
Mona RosaMona Rosa, siyah güller, ak güller,Geyve'nin gülleri ve beyaz yatak.Kanadı kırık kuş merhamet ister;Ah, senin yüzünden kana batacak,Mona Rosa, siyah güller, ak güller!Ulur aya karşı kirli çakallar,Bakar ürkek ürkek tavşanlar dağa.Mona Rosa, bugün bende bir hal var,Yağmur iğri iğri düşer toprağa,Ulur aya karşı kirli çakallar.Açma pencereni, perdeleri çek:Mona Rosa, seni görmemeliyim.Bir bakışın ölmem için yetecek;Anla Mona Rosa, ben öteliyim...Açma pencereni, perdeleri çek.Zaman çabuk çabuk geçiyor Mona;Saat on ikidir, söndü lambalar.Uyu da turnalar gelsin rüyana,Bakma tuhaf tuhaf göğe bu kadar;Zaman çabuk çabuk geçiyor Mona.Zeytin ağacının karanlığıdırElindeki elma ile başlayan...Bir yakut yüzükte aydınlanan sır,Sıcak ve minnacık yüzündeki kan,Zeytin ağacının karanlığıdır.Ellerin, ellerin ve parmaklarınBir nar çiçeğini eziyor gibi...Ellerinden belli olur bir kadın,Denizin dibinde geziyor gibi,Ellerin, ellerin ve parmakların.Zambaklar en ıssız yerlerde açarVe vardır her vahşi çiçekte gurur.Bir mumun ardında bekleyen rüzgâr,Işıksız ruhumu sallar da durur,Zambaklar en ıssız yerlerde açar.Akşamları gelir incir kuşları,Konarlar bahçemin incirlerine;Kiminin rengi ak, kiminin sarı.Ah, beni vursalar bir kuş yerine!Akşamları gelir incir kuşları...Ki ben, Mona Rosa, bulurum seniİncir kuşlarının bakışlarında.Hayatla doldurur bu boş yelkeniO masum bakışlar...su kenarındaKi ben, Mona Rosa, bulurum seni.Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa:Henüz dinlemedin benden türküler.Benim aşkım uymaz öyle her saza,En güzel şarkıyı bir kurşun söyler...Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa.Artık inan bana muhacir kızı,Dinle ve kabul et itirafımı.Bir soğuk, bir garip, bir mavi sızıAlev alev sardı her tarafımı,Artık inan bana muhacir kızı.Yağmurlardan sonra büyürmüş başak,Meyvalar sabırla olgunlaşırmış.Bir gün gözlerimin ta içine bak:Anlarsın ölüler niçin yaşarmış,Yağmurlardan sonra büyürmüş başak.Altın bilezikler, o korkulu ten,Cevap versin bu kanlı kuş tüyüne;Bir tüy ki, can verir bir gülümsesen,Bir tüy ki, kapalı geceye, güne;Altın bilezikler o korkulu ten!
Mona Rosa, siyah güller, ak güller,Geyve'nin gülleri ve beyaz yatak.Kanadı kırık kuş merhamet ister;Ah, senin yüzünden kana batacak,Mona Rosa, siyah güller, ak güller!
Sezai Karakoç
Gönderen fortunato zaman: 1/11/2011 02:15:00 ÖÖ 0 yorum
C'est le bien qui fait mal..
31 Aralık 2010 Cuma
Gönderen fortunato zaman: 12/31/2010 05:09:00 ÖS 0 yorum
An
28 Aralık 2010 Salı
Gönderen fortunato zaman: 12/28/2010 06:47:00 ÖS 0 yorum
Her ne kadar umursamaz görünsem de..
19 Aralık 2010 Pazar
Yıllar evvel, okumaya ayırdığım vaktin diğer tüm eylemlerime harcadığımdan açık ara fazla olduğu zamanlarda, daha mutluydum. Henüz on sekiz yaşımda bile değildim. Elbette o sıralarda da yaşama uğraşından az çok haberdardım sevgili okur, ancak henüz on sekiz yaşımda bile değildim işte ve birşeyler yapabilmek için henüz erkendi. Ben de okudum, ben de yazdım. Şimdi dönüp baktım ki raflarda pırıl pırıl duran fantastik kurgu serileri ve kafamdaki mutlu anılar dışında hiçbir şey kalmamış geriye, fakat düşündüğümde yıllar öncesini aylar öncesine nispeten mutlu hatırlıyor isem...
Bu konuyu açan aslında yıllar öncesinde yazdığım bir öyküdür. Öykünün kendisi değilse de yazılma sürecidir. Şöyle kısaca izah edeyim:
O zamana kadar kendi içinde bir bütünlük sağlayabilmiş hiçbir yazım yoktu; bir kısmı yazılmış, kalan çoğu ise yalnızca düşünülmüş ve hatta düşünüldüğü kadar da yaşanmış cümle toplulukları hem zihnimde hem de defterlerimde birbirinden bağımsız fakat aslında yalnızca benim bilebileceğim ve büyüklüğünden benim dahi emin olamayacağım bir uzun öykünün 'an'ları olarak dağınık bir düzende yer alıyorlardı. Bu uzun öyküyü bırakın kağıt üzerinde tamamlamayı, zihnimde bile hiçbir zaman tamamlayamadım ve o yaşların vermiş olduğu rahatlıkla yalnızca kendime sakladım ve şu an hatırlamıyorum.. Kaldı ki hatırlıyor olsam bile etkileyiciliği yalnızca o zamana özgüydü, yaşandı ve bitti. İşte bu yazılmamış öyküden bağımsız olarak yazdığım ilk tamamlanmış öykü Garip Bir His'tir. Gelişini aylar öncesinden hissettiren o fikrin tamamlanması ve yazıya dökülmesi yalnızca birkaç saat aldı. Öyle harikulade bir şey hayal etme sevgili okur, şimdi dönüp okursam uzun süredir ciddi eleştiri yapmamış halimle bile birçok eksik bulurum ben de, ama buradaki esas düşünce aylarca bir taslak olarak kafamda gelişen bir metnin sahiden vakti geldiğinde kendini yazdırmasıdır. Ben o öyküyü ne bir önceki ne de bir sonraki gece yazabilirdim. Ben o yüzden o öyküyü yalnızca o gece yazabildim.
Aylarca beklenen bu anın hissi pek anlatılacak gibi değil aslında, o yüzden hiç benzetmeye uğraşmayacağım fakat sen sevgili okur, şimdiye kadar en dolu dolu yaşadığın hazzı düşün ve sonra unut. En iyi ihtimalle buna benzer sayılabilir.
İşte geçtiğimiz hafta içi bir gün, havanın erken çöken karanlığıyla yağmurun sakinliğine sarılmış bir akşamüstü, ağır adımlarla yürür ve zihnimde yaklaşık sekiz saatlik bir ders yoğunluğunu taşırken bir anda sokak lambasının ışığıyla parlayan yağmur damlalarına baktım ve o birkaç saniye içerisinde az önce anlattığım evvel zamanı baştan sona anımsayıverdim. Bu defa bir öykü değil, bir romandan bahsediyorum. Zamanı gelene kadar bu konuyu tekrar açmayacağım fakat o zamanın şartlarını tekrar sağlamak adına bir defa olsun bahsetmem gerekiyordu.
Bonsoir..
Gönderen fortunato zaman: 12/19/2010 08:03:00 ÖS 0 yorum
Şöyle ki..
16 Kasım 2010 Salı
Şu an hakkında yazdığım eski arkadaşımın bu yazıyı okuyacağını düşünmüyor olsam da hazır vakti gelmişken bahsetmeden edemeyeceğim. Hatta muhtemelen bu yazı ile genel blog konseptine de iyice uyum sağlıyor oluyorum ki buna pek de sevindiğimi söyleyemeyeceğim. Ama üzüldüğümü de söyleyemeyeceğime göre bi sorun yok demektir.
Her neyse, birine 'eski arkadaşım' demek oldukça buruk olabiliyor, bazen. Ve benim pek eski arkadaşım yoktur sevgili okur, arkadaşlarım ve yakın arkadaşlarım vardır genel olarak ama eskisi yoktur pek.Çünkü genelde insanlarla aramı iyi tutmaya gayret ederim, onları çok sevdiğimden yada onlara ihtiyacım olduğundan falan değil; tatsız anılarım olsun istemediğimden büyük ölçüde... Halihazırda pek çok sıradan yaşanmışlığı ve yaşanmamış bir sürü anıyı tekrar tekrar zihnimde yaşadığımdan ve içlerinde en çok iz bırakanlar nispeten hoş olmayanlar olduğundan, daha fazlasına ve hatta gerçeğine ihtiyacım yok.
Ve tüm bu açıklamanın üzerine, benim sevgili 'eski arkadaşım'dan zihnen uzaklaşmam da pek kolay olmadı, dememi bekliyorsunuz. Ki eğer beni az çok tanıyorsanız sahiden bunu dememi beklersiniz ve haklısınız da, ben de beklerdim. Her ne kadar önyargılı, karamsar ve kolay beğenmeyen biri olsam yada öyle gözüksem de, beni tanıyorsanız bunların yanında çok kolay değer veren ve önemseyen biri olduğumu da bilirsiniz. Ama hayır sevgili okur, bu defa açık açık diyebilirim ki O'na sadece o kısa süre içinde bana yaşattığı sıkıntı için kızgınım ve bundan böyle kendisiyle ne eskisi gibi konuşmak ne de görüşmek istiyorum.
Bak bu kadar da kolay oldu işte, sizi hayal kırıklığına uğratmak istemem ama ben pek de değişmedim aslında. E o zaman nasıl bu kadar kolay oldu? Çünkü ne kadar yakın olursa olsun, ister arkdaşlık ister başka bir ilişkide saygıdan öte bir şey yokmuş. Birine değer vermemeye başladığında gizlice ona saygı da duymamaya başlıyormuşsun. Birini yitirdiğinde, diğerini de eksiltiyormuşsun. Sonra da bu kadar kolay oluyormuş. Yada sadece bu durum için işler böyle gelişti.
Sevgili eski arkadaşım, seni bir zamanlar sahiden pek seviyordum ama şu an senle ilgili pek çok şeyi önemsemiyorum. Benimle konuştuğunda sana cevap vermeyecek kadar çocuk değilim, ama bunu pek de isteyerek yapmayacağımı itiraf edebilirim. Yaşadıklarımızı unutacak da, onları değersiz görecek de değilim, ama artık anlamı yok. Hakkında daha fazla yazmayı da düşünmüyorum.
Gönderen fortunato zaman: 11/16/2010 12:29:00 ÖS 5 yorum
Moment when fear and dreams must collide...
24 Ekim 2010 Pazar
Bunun yakın zamanda olacağı belliydi çünkü ders çalışıyor olduğum zamanların çoğunda kendimi blog yazıları okurken buluyorum. Hatta bunun öykü, şiir vs değil de gayet deneme tadında bir blog yazısı olacağı da belliydi çünkü son zamanlarda gelişigüzel yazdığım birkaç paragraf dışında edebi alanda hiçbir üretkenliğim olmadı diyebilirim. Öyleyse neden yazıyorsun be adam, diyebilirsiniz, neden ders çalışacağına böyle vakit geçiriyor yada oturup adamakıllı bir öykü tasarlayıp onu yayınlamıyorsun? Cevap çok basit: saçma salak sorular sormayın. Şaka şaka, sebep: ben tembelin tekiyim ve kafam çok karışık, üstelik kendi kendime çok acımasız davranıyorum sevgili okur, hiçbir şeyi önemsediğim yok o yüzden.
İyi yada kötü günler geçip giderken, ben kafamda türlü saçmalıkla okula gidip sonra eve dönerken, evde olduğum tüm vakti odamda geçirirken, uyanık olduğum anların çoğunda engel olamadığım yoğunlukta faydasız düşüncelere takılıp durmaktayım. Faydasız olması bir yana, bunları istemsiz olarak taşıdığım süre boyunca bana engel olmaktan başka yaptıkları tek şey yine bana engel olmak ve o derece engel oluyorlar ki ben uyandığımda yataktan çıkmak istemeyerek uyumaya devam ediyorum sevgili okur, işte yıllar önce hazırlığı bitirdiğim yaz olduğu gibi aylarımı uyuyarak geçirmekten korkmaya başladım. Çok şükür kendileri ben uyurken dinleniyor olduklarından en azından uyurken rahat ediyorum, halihazırda uzun süre odaklanarak bir eylemde bulunamadığım için odaklanamadığım her an onlar tarafından ele geçirilebilecekmiş hissiyle de savaşmak zorundayım. Yarısı mantıklı olsa içim yanmayacak.
Ayrıca şu 'vasıfsız' mevzusu var. Şöyle ki, geçtiğimiz günlerden birinde okula giderken depo bozması bir iş yerinin önünden geçiyorduk otobüsle ve ben girişte asılı olan yazıyı gördüm hemen: "vasıfsız eleman alınacaktır" Gayet açık bir şekilde herhangi bir şart aranmaksızın eleman alacaklar, gayet olağan tabi. Biraz küçük düşürücü bir tabir gibi görünse de, o da sıfat olarak sıkıntı yaratacak bir kullanım yalnızca. İşte o kelimeye takıldım ben, vasıfsız... Mükemmeliyetçi olduğumu kabul ederek hiçbir zaman hiçbir şeyi olması gerektiği kadar iyi yapamayacağım diyorum ya problem bunun başında zaten. Mükemmeliyetçiliği kabul ederek zaten en iyiye ulaşamam, her zaman en iyinin iyisi de olacak ve ben yine eksik kalacağım. Ha ama işte bu durum bile sadece ama sadece gerçekten iyi olduğum -ve şahsen bunlar neler pek bilmiyorum- konularda geçerli.
Gerçi 'vasıfsız' mevzusu öncelikli olarak canımı sıkan problemlerden biri değil, üstelik vasıfsızlık kafama taktığım bir mesele değil zira o sadece durumu isimlendirmeye yarayan bir kelime, 'yetersiz' mevzusu olsa daha doğru fakat daha az vurucu olurdu. İşbu 'vasıfsız' mevzusu şu an için motivasyonumu düşürdüğü için gündemde. Dün öğrendiğim konuyu bugün hatırlayamıyorsam bugün başka bir konuyu öğrenmek için çalışmam ne kadar etkili olur diyorum pek çok öğrenci gibi, ama pek çok öğrenciden farklı olarak benim öğrenmem gereken yaklaşık yüz konu falan var. Oranlarsak sahiden 'büyük' bir motivasyon gerek.
Son olarak bu sabah uyanmadan evvel gördüğüm rüyayı uzun zamandır rüya görmediğimden mi yoksa aksiyon potansiyelinin bu kadar yüksek olmasının kontraksiyonunu böylesi etkilediğinden mi sevdim bilemiyorum ama, gerçekten kesintisiz bir filmin kahramanı olarak bir rüyayı yaşamak oldukça rahatlatıcıydı. En azından son zamanlarda yaptığım aktiviteler arasında -ki pek fazla sayılmazlar- en keyiflisi bu olsa gerek. Bir kahramanın antik bir aksiyondaki rolünü ahlaki bir karar verişle tamamlaması şeklinde özetlenebilir ve elbette açıklayıcı olmadım çünkü bu bir rüya ve kabul etsem de etmesem de yalnızca beni böyle etkileyecek. Önemli olan, görülmeye değer olmasıydı.
Bonne nuit.
Gönderen fortunato zaman: 10/24/2010 01:52:00 ÖÖ 0 yorum
Ne dediniz?
11 Ekim 2010 Pazartesi
Anlamıyorsun, derdi. Bütün bu yazdıklarım uydurma. Aklımdan geçenleri yazmaya cesaret edemiyorum. Alışılmış kalıplar içinde bocalıyorum. Kalıbım yok benim: biçimsiz bir şeyim ben. Eriyip dağılıyorum yazarken. Olmuyor. Bana uzak gelen yaşantıları düzmece bir biçimde anlatmaya çabalıyorum.
Tutunamayanlar'dan
Gönderen fortunato zaman: 10/11/2010 12:55:00 ÖÖ 2 yorum
Kıyam
23 Eylül 2010 Perşembe
Gönderen fortunato zaman: 9/23/2010 12:52:00 ÖÖ 0 yorum
Diyorum ki..
24 Temmuz 2010 Cumartesi
Şimdi sana diyorum ki, yavaşça kalk karşımdan, birkaç saniye bak yüzüme ayaktayken, sonra beni orada saatlerce arkandan bakacak halde bırak ve dön arkanı, git!
Hava kararsın sonra, masanın üzerinde sürekli değiştirilen bir bardak; sağ elim şakağımda, sol elim bardağı tutuyor. Renkler matlaşsın sonra, karanlıkla koyulaşan gölgeler inandıracak beni biliyorum, gittikçe buruklaşan bir şarkıdan başka hiçbir şey değil artık gece. Gelip geçenler, etraftaki masalarda oturan, konuşanlar, gidip gelen garsonlar bu sahnenin arka planında kalıyor artık; kimse konuşmuyor, rüzgarın kural tanımaz esintisi ve bardağı tutan sol elim hariç hiçbir şey kımıldamıyor. En son, gözlerimi yoldan ayırmadan kalkıyorum yerimden yavaşça ben de; sağ elim cebimde artık, solu bilmiyorum. Her şey hareketleniyor benimle birlikte, o koyu lacivertler, kırmızılar, turuncu ışıklar umutlanıyor birden ve tüm renkler kafamın içinde sesini yükseltmeye başlayan bir melodiyle sarıyor dört bir yanımı. Adımlarımı hızlandırıyorum, hızlandıkça bozulan dengemi denizden gelen o ferah esinti topluyor.

hoşça kal!
Gönderen fortunato zaman: 7/24/2010 12:38:00 ÖÖ 1 yorum