skip to main | skip to sidebar
Fotoğrafım
fortunato
aslında..
Profilimin tamamını görüntüle

...
Çömlekçi söyle bana,
nasıl bulunur gizli bir liman,
insan kendinden bunca korkarsa
...


Mazi

  • ▼ 2012 (4)
    • ▼ Ekim (1)
      • Ya da kim kapadı denizi kapılarla..
    • ► Ağustos (1)
    • ► Temmuz (1)
    • ► Şubat (1)
  • ► 2011 (19)
    • ► Temmuz (4)
    • ► Haziran (2)
    • ► Mayıs (3)
    • ► Nisan (2)
    • ► Mart (3)
    • ► Şubat (2)
    • ► Ocak (3)
  • ► 2010 (13)
    • ► Aralık (3)
    • ► Kasım (1)
    • ► Ekim (2)
    • ► Eylül (1)
    • ► Temmuz (1)
    • ► Mayıs (1)
    • ► Nisan (1)
    • ► Şubat (1)
    • ► Ocak (2)
  • ► 2009 (17)
    • ► Aralık (1)
    • ► Kasım (3)
    • ► Eylül (1)
    • ► Ağustos (2)
    • ► Temmuz (7)
    • ► Haziran (2)
    • ► Nisan (1)

...
Yoksa bir an için bile olsa,
Senin kalbinin yanında
Olmak için mi yaratılmış?
...


Başka Dünyalar..

  • Yirmi İki Eylül

Siluetler

Mahzen

İnsanın başkasına söyledikleri, kendi duymak istedikleridir. Yazdıkları, okumak istedikleridir. Sevmesi, sevilmeyi istediği biçimdedir. (Tezer Özlü)

Ya da kim kapadı denizi kapılarla..

22 Ekim 2012 Pazartesi

"Let the day perish wherein i was born, and the night in which it was said, There is a man child conceived." - The Book of Job 3:3


-Anlaştık, dedi.

Eyüb'ü çocukluğumuzdan beri tanırım. O zamandan bu yana kaç yıl geçtiğini hiç saymadım. Geceleri uyku tutmadığında sıcak yatağından kalkıp ne zaman yaptırdığımızı dahi hatırlamadığım anahtarıyla, benim kapımı açan o metal parçasını sessizce kilidin içinde iki kez çevirerek evime ve sonra da odama kadar gelecek ve başucumdaki eski yeşil koltuğa oturup beni uyandırmayacak kadar sakin bir sesle aklında ne var ne yoksa saatlerce anlatacak kadar yıl geçmiş olmalı.

Tek başıma yaşıyorum sayılır, evi benimle paylaşıyor gözüken babamın alkollü ve bitkin olarak gelip ayda birkaç kez yalnızca odasında geçirdiği birkaç saat ile Eyüb'ün varlığı ancak hissedilebilen ziyaretleri haricinde bu evde benim dışımda kimse olmaz. Deniz ve alkol kokan o yaşlı adamın varlığını unutmamız asla mümkün olamayacak sanıyorum, ki yaşadığı sürece de bu zavallı halinden asla kurtulamayacak. Tüm yorgunluğuna ve içtiği şaraplara rağmen gözlerine uyku girmeyen, bir gece hayatını ve hayatlarımızı bir şarap şişesine hapsedip açık denize bırakan bu adam; benim babam. Eyüb'ü de geceleri pek uyku tutmaz, haftalarını benim odamdaki o yaşlı koltukta uyuduğu birkaç saatlik uykuyla geçirir. Bense uyumayı bilirim ancak.

Konuşmaktan bitap düşüp uyuduğu o koltuğu Eyüb'ün odasından zorlukla çıkardığımız ve mahallenin yarısını yürüyerek benim odama kadar taşıdığımız o tekinsiz yaz gecesinin üzerinden kaç yıl geçtiğini de hiç saymadım. O gece sıcak bir başka yakıyordu içimizi, ay gökyüzünün en karanlık yerinde gizlenmişti. O karanlık geceyi içimden hiçbir zaman atamadım, ancak yalnızca uykularımda susuyordu o karanlık.

-Anlaştık, dediğini duyduğumda uyku perdesiyle örtülü göz kapaklarım ağır ağır aralandı.

O an evin içinde dengesizce ilerleyen ayak seslerini duydum. Önce yaklaştı sesler ve gürültüsü fark edilir bir çekingenlikle azaldı, birkaç saniye odamın açık kapısı önünde duran korkutucu bir yaratığa dönüştü ayak sesleri, sonra yeniden yavaş yavaş gürültülü bir dengesizlikle bağırmaya devam etti. Açılan ve sertçe hiç beklenmeden kapanan ahşap bir kapı, onun da ardından gelen sessizlik.

-Ne için anlaştık, diye sordum uykudan kalınlaşmış sesimi olabildiğince kısık tutarak.

Eyüb ayaktaydı. Bir süre ne cevap verdi ne de hareket etti. Yatakta doğruldum, ağrıyan sırtımı duvara yaslayıp gözlerimi kısarak izledim onu. Uzun ve rahat uykularından ilkini uyuyacağı gece gelmişti, artık yapması gerekeni yapacaktı, buna dair hiçbir konuşma yapmamamıza rağmen bir gün yapacağını hissettiğim şey şu an Eyüb'ün zihninde dönüp duruyordu.

Çılgınca şeyler yapmak için önce sakin olması gerektiğini biliyor o, ben de az sonra olacakları biliyorum. Gözlerimi kapadım, neyin doğru neyin yanlış olduğunu düşünmemek için eski yeşil koltuğu odama taşıdığımız günü düşündüm. Eyüb'ün uykusuz gecelerinin ilki olan o geceyi, alkollü bir adamın teknesinde güzel bir gün geçirmiş olan iki çocuğu ve asla geri gelmeyecek güzel insanları...


Gözlerimi açtığımda Eyüp odada değildi, geldiği gibi ses çıkarmadan odadan çıkmış, ahşap kapıyı sakince gıcırdatarak açmıştı bile. Evin tek sahibi olacağım günler başlıyordu. Eyüb'ü bir daha görmeyecektim. Yapması gerekeni yapıp gidecekti. Asla geri dönmemek üzere.



"The murderer rising with the light kills the poor..." - The Book of Job 24:14

Tweet

Gönderen fortunato zaman: 10/22/2012 05:14:00 ÖÖ 0 yorum    

Where do i begin..

21 Ağustos 2012 Salı

Ben beklerim, dedi, doğru yer ve zamanda ölene kadar yaşamak gibi biraz, beklerim ben ve bundan da hiç gocunmam. Sonra sustu, elinde her ne vardıysa çantasına koydu ve dosdoğru karşıya baktı. Konuşmayacaktı, hala söyleyecekleri vardı ama konuşmayacaktı. İzlemeye devam ettim, kimsenin fark edeceği yoktu, sessizlik beni bile germeye başlamışken konuştu karşısındaki: Bunların hepsi hikaye, dedi, beş para etmez. Başı ve sonu aynı cümlelerle kurulu filmlerde duyarsın, hiçbir şey değişmez. Önümdeki suyla dudaklarımı ıslattım. Genç adamın cevabı hiç hoşuma gitmemişti, kızsa hiçbir şey söylenmemiş gibi bakmaya devam etti. O kadar uzun bir sessizlik oldu ki izlediğim fark edilecek diye kımıldamaya dahi cesaret edemedim. Oysa sadece görüş alanımın tam ortasındaydı masaları, gözümü ayırmadan bakmam dışında hiçbir tuhaflık yoktu yaptığımda. Ve bunu düşünerek ben de onlara dahil olmuştum işte, olanca tuhaflığın içinde normaldim ben de. Neden sonra, konuştu genç adam. Belki, dedi, sadece olabildiği gibi oluyordur her şey, kendi yazdığımız bir kitap değildir de oynadığımız bir piyestir. Bilmeden oynadığımız bir piyes mesela ve hatta belki de, dedi bana dönerek ki o anki şaşkınlığımı görmeliydiniz, benim rolümü bir başkası oynamalıydı şu anda ancak ben onun adilce daha uygun olduğu bu rolü bilmeyerek ondan çalmış bile olabilirim. Yeniden kıza döndüğünde, ikimiz de kızla göz göze geldik. Ben beklerim, dedi genç kız, doğru yer ve zamanda ölene kadar yaşamak gibi biraz, beklerim ben ve bundan da hiç gocunmam. Sonra sustu, elinde her ne vardıysa çantasına koydu ve dosdoğru bana baktı. Söyleyecek o kadar çok şeyim vardı ki hangisinden başlayacağımı bilemedim. Bekleme, dedim, çünkü ben olsam artık beklemezdim.

Tweet

Gönderen fortunato zaman: 8/21/2012 07:38:00 ÖS 0 yorum    

Dönüş..

12 Temmuz 2012 Perşembe

Bu eve uzun zamandır uğramamıştım. Bir bakıma, geçmişte kendimi rahatlatmak için içinden çıkmak bilmediğim yer şimdilerde yabancı sıfatıyla anılacak hale gelmişti.
Neden?
Ben neden buraya sırtımı döndüm?
Sırtımı yaslayacak daha iyi bir yer mi buldum?
Belki biraz evet. Ama her biraz evet gibi biraz da hayır.
Öyleyse hala; neden?
Anlatmak istediklerim mi tükendi?
Mümkün mü ki bu?
Öyleyse hala, hala neden?
Beni buraya küstürecek ne olabilir?
Ne? Neden? Niçin?
Şimdiyse ağır ağır çıkıyorum merdivenleri. Ahşap merdivenler, beton merdivenler, demir korkuluklar yada olmayan korkuluklar. Ne hatırlıyorum ne de seçebiliyorum bu karanlıkta, biraz korkarak basmaya yada elimi uzatmaya. Bastığım yer dışında bir yere değmekten çekinerek. Yabancı, demiştim. Belki de zaten her şey bambaşkadır şimdi eskiye kıyasla, hatırlamanın bir önemi yoktur belki, yada herkes değişmiştir tamamen, benim gibi. Belki. Ben değişmişsem, değişmiştir herkes benimle.
Yalan. (yada inanılmadan söylenmiş bir söz)
Hangisi?
Ne fark eder?
Eder mi?
Önemli mi?
Merdivenlerin sonuna geliyorum. Son basamak diğerlerinden birkaç santim daha yüksekçeymiş. Sanki anımsıyorum bunu. Belli belirsiz. Her anı biraz belli belirsiz gözümün önünde. Kafamın içinde. Belleğimde.
Solgun? Her ne ise.
Herkes her şeyi unutur neticede, herkes herkesi... Belki evet, belki hayır. Ama unutur yine de, insan. Eskisinden daha az hatırlar bazen, yorulur da belki de ondan olur. Kim bilir?
O son yüksek basamakla birlikte ayak izleri de bırakıyor adımlarımı takip etmeyi. Çünkü merdivenin ulaştığı bu yazı odasında zamanın akışı bambaşka, ve tertemiz bu oda. Ahşap masanın (burada gözün her şeyi seçebileceği kadar ışık var açıkça) üzerinde zarafetle duran mağrur bir gaz lambası! Eskilerin bilgeliği, yeniliğin ihtişamı ile yanmamasına rağmen neredeyse odayı aydınlatıyor diyeceğim.
Alt tarafı bir gaz lambası olmasın?
Onda bir adamın sahip olmadığı onur var, tüm bu karanlığın içinde, başı dik.
Alt tarafı "yanmayan" bir gaz lambası?
Bunca uzaklığa ve unutulmuşluğa rağmen yanmaması için hiçbir neden yok oysaki.
O zaman yansın!?
Elbette yanacak!
Odanın içinde parlayan o ilk ışık demeti bir efsun gibi hayat verdi eşyalara. Halbuki gözün gördüğü ama beynin seçemediği, yada gözün önündekini beyne iletemeyeceği kadar kısa bir andır o ilk ışık demetinin yayılışı. İşte, zamanın işleyişi imkansızı olur kılıyor ya bu odada. O yüzden mümkün değil mi tüm hayatlar bu masanın başında. Bir masa evet; ve bir tomar kağıt, ve de oldukça eski bir dolmakalem vardi o masanın üzerinde, şimdi görkemli bir aydınlığın kaynağı olan gaz lambasının haricinde.
Ne zamandır oturmamıştım o masanın başına?
Sadece bu eve uğramadığımdan beri mi?
Sahi, ne zaman unutmuştum bu evi?
Merdivenlerde göremediğim ancak kokusunu aldığım tozdan bir halı oluşturacak kadar uzun bir süre mi? İnsan yaşamında ne kadar uzun bir yere sahip öyleyse, veyahut ne kadar kısa insan yaşamı, bahsettiğimiz.  Öyleyse başka hiçbir şeyin önemi yok bu evin bu odasının içinde o masanın başında oturmuş malum dolmakalemi tutan meçhul elin varlığında.  Mümkün olan her şey burada. Bu masanın başında.
Geriye kalan hiçbir şeyin önemi gerçekten kalmıyor mu?
Hiçbir şeyin ve hiç kimsenin.
Artık zaman geldi.

Tweet

Gönderen fortunato zaman: 7/12/2012 01:10:00 ÖS 1 yorum    

Yedi kez çağıracağım seni..

21 Şubat 2012 Salı

-Gözlerini açık tut.
-Gözlerini açık tut.
-Gözlerini açık tut. 

Uzun gecelerin sabahları kısa olur. Uzun gecelere alışığım, son yıllarımın çoğunu bu şekilde geçirdim. Bu şekilde, bitmek bilmeyen gecelerle. Sabahın gelmediğine hiç şahit olmadım. Her gecenin bir sonu vardır, bir tüketeni, yerine geçeni, adı her ne ise her günü canlı kılan bir döngü bu. Bildiğimiz her şeyden aşikar bir son ve bir başlangıç özünde; ki yine gün geceyi boğacak, birkaç saat içinde güneş doğacak. 

Belki karanlığın çözünmesinden daha mühim sorunlara yoğunlaşırsam, belki bunu başarabilirsem, daha iyi bir yer bulabilirim kendime, daha güvenli bir yer, neden ihtiyacım olduğunu bilmeden, ihtiyacım olup olmadığını bilmeden, önemsemeden, olması gerektiği için aradığım, olması gerektiğini sandığım için gerekliliğine inandığım. Daha mühim sorunlara yoğunlaşıyorum. Şu olabilir mesela: Yeni güne gecenin karanlığında mı, yani üç ibre de itinayla üst üsteyken, tam on ikinin üzerinde üst üsteyken, üçü bir gibi dimdik dururken ve bu görüntü kusursuz haliyle on iki sayısının üzerinde ancak on iki saatte bir yakalanabilecek kadar özelken, ki koskoca on iki saat burada bahsettiğim, asırlık insan hayatı on iki saniyede yok olabiliyorken on iki saat öylesine muazzam ya işte bu muazzam zaman dilimini işaretleyen ve buna dahil olup aynı zamanda da hariç kalabilen o an, tüm ibrelerin on ikiyi işaretlediği gece vakti, yeni günün başlangıcı bu olabilir mi, yeni güne bu gecenin yoğun karanlığında mı adım atıyoruz? Yoksa gün sabaha gözümüzü açtığımız o ilk yarı uyanık anın biraz öncesi, nice adamın o baştan çıkaran davetkar yatağa, uyuşturan güzelliğiyle çağıran karısının sıcacık koynuna dönüp orada o an huzur içinde gözlerini son defa yummanın özlemini duyduğu, kendini iki koyu renk perdenin buluştuğu o ince aralıktan yatağa düşen altın rengine aldanarak uyku sarhoşu haliyle pamuktan da olsa cennetin ta kendisi olduğuna inandığı o yere sırtını dönmenin pişmanlığıyla cezalandırmak için suratına bir avuç dolusu su vurarak bu her daim kışkırtan zevkten bir adım uzaklaştığı o andan biraz, yalnızca biraz öncesi, o turuncu ışık demetinin öncüsü ufukta ilk belirdiğinde saat kaçı gösteriyorsa, diğerleriyle birlikte bir yarışa giren ve insanı oluşturan o ilk hücre gibi binlerce benzerine yalnızca şans eseri bir fark atan o ilk ışının göze görünmeyen ilk anı ile, yani gün kendini sabaha gebe bırakacak o ilk ışının karanlığı fethi ile mi başlıyor?


-Gözlerini açık tut. 


Tweet

Gönderen fortunato zaman: 2/21/2012 10:10:00 ÖS 2 yorum    

Pahada ağır, yükte hafif...

29 Temmuz 2011 Cuma

Ben diyalogları severim. Diyaloglar izlemeyi, yaratmayı ve unutmayı severim. İnsan ilişkilerini izlemeyi ve üzerine düşünmeyi de severim. Ama oturup tadından yenmez diyaloglarla bezeli bir senaryo yazamıyorum. Edebiyat beni heyecanlandırır, yada heyecanlandırırdı eskiden. Güzel hikayeler, karışık hayatlar, hayal dünyaları okumayı severim. Başkalarının hayatlarına okuyarak ulaşmaya çalışırım. Hala okumaya ve yazmaya gayret ediyorum. Ama oturup gurur duyabileceğim, sahipleneceğim bir hikaye yazamıyorum.

Bunları neden anlatıyorum?

Aslında hiç sevmediğim laftır: ‘Ben istesem şimdiye kadar bunun kat kat iyisini yapardım da, yapmadım be arkadaş. Yani bu da bir şey mi..’

Ama bu tarz şeyler söyleyeceğim. Çünkü her şey ucuzladı artık. Üretkenlikten çok maddi kaygılar ve popülarite bağımlılığı dört bir yanı sarmış durumda. Bu kaygılarla şekillenen hiçbir eserden yana olumlu görüşüm yok benim. Her yaz albüm çıkaran şarkıcılar gibi kitap basan yazarlarımız var. Ve ben, son birkaç gündür her yerde görmek ve duymak zorunda kaldığım o yazarlardan birinin yeni kitabının içeriğine dair tek kelime duymadım nedense. Edebiyatın geri plana itildiği, görsellik ve marjinallik adı altındaki bayağılığın birbiriyle yarıştığı bir çemberde, edebiyatın herhangi bir planda tutunamaması hiç de şaşırtıcı değil. Yalnız şunu söylemek isterim ki, eminim yazarlık oyununa yeni başladığı yıllarda çıkardığı ilk kitabını ve belki de ondan yıllar sonra yayınlanan ikinci kitabını bu genellemenin dışına alabiliriz. Zira onlar geleceğe zemin hazırlayacak ölçüde eserlerdir, beğenmek yada beğenmemek mesele değil, edebiyata dokunmak meselesi bu.

İşte ben bu yazarımızın vitrinlerden taşan kitap kapağı ile boğuldukça düşünüyorum, bunun sonu nasıl olacak? Hepimizin kütüphanesinin baş tacı dünya klasiklerinin asla unutulamayacak yazarları gibi kalmayacak belli ki yahut Türk edebiyatının asla eskimeyecek kalemleri gibi... Ve onların çoğu, kısa ömürlerine ölümsüz pek çok ömür sığdırarak ayrıldılar bu dünyadan, pek çoğu kalemlerini karnını doyurmak için kullandığından bunca esere hayat verdi, ama bir dakika.. Bir yazarın çok okunması elbette önemlidir, okunarak kazanması inanılmaz kıymetlidir, sevilmesi ve adının sürekli ön planda olması da öyle, ama bildiğim kadarıyla size henüz okumadığım pek çok edebi eserin öyküsünü anlatabilirim, ister klasik olsun, ister...ama şu yeni kitabın ve ondan önceki benzerlerinin yalnızca kapağından ve adından bahsedebiliyorum işte. Şimdi tekrar soruyorum, bunun sonu ne olacak?

Herhalde şu olacak: Gelecek zamanda çıkaracağı sayılı kitabın ardından kazandığı maddi manevi her şeyle birlikte on yıllarca adından söz ettirmeye devam edecek yazarımızın kitaplarının bahsini nadiren duyacağız. Daha çok kendisinin şanı sürüp gidecek ve ben adını her duyduğumda yeniden bunları düşüneceğim:

Bir edebi eserin methi yazarının methini geri planda bırakmadıkça başarılı değildir. Ben belki bu yüzden yazamıyorum, belki başka sebeple, hiç fark etmez. Neticede vitrinlere bakan buruk okur benim, o ise kitabının kapağında kasılan yazar. 


Tweet

Gönderen fortunato zaman: 7/29/2011 07:40:00 ÖS 1 yorum    

Henüz değil..

13 Temmuz 2011 Çarşamba

Güzel bir yaz akşamıydı sanırım, ben serin ve hafif yağmurlu bir güz akşamı sanmıştım. Yanlış bir güne uyanmaktan çok zamanı yakalayamamış bir halim vardı. Aydınlık sokaklarda yürüdüm o akşam. Kalabalıklar ağır çekimde hareket ediyor gibiydi. Deniz kıyısına vardığımda gün batımını kaçırdığım için buruktum biraz, daha önce hiç görmemişim gibi. Aynı yerlerden defalarca geçtikçe fark ettim aynı şeyleri düşündüğümü. Daha çok, aynı şiiri arka arkaya okumak gibi.

Yürüdükçe kalabalıklar dağıldı sonra, kaç saat geçtiğini fark etmedim ancak kimseler kalmadı sokakta. Yorulduğumu düşündüğüm anlarda da durmadım üstelik. Ellerimi cebimden çıkarmadım bile. Sanki içimde inanılmaz bir huzur vardı, bazı düşüncelerime gülüyordum da sessizce. Yürüdükçe o huzur dağılmadı. Karanlıkla birlikte azalmadı. Kalabalıklar dağıldıkça o çoğaldı aksine.

Onunla birlikte aydınlık sokaklarda tek başıma bir kalabalık olduğumu sandım bir an, ve işte o zaman tekrar eden dizeler durdu kafamın içinde. İçimdeki o yersiz huzur beni sakinleştirmeye çalışsa da sokaklar tükendiğinde havanın aydınlanmamış olabileceği korkusuyla başbaşaydım. O anda yanılsama kalabalık dağıldı da tek başıma içimde koca bir karanlıkla kaldım. Denize çok uzak olmalıydım, kendime çok yakın.

Sadece bir yaz akşamıydı işte, güzden ırak, bahara yakın. Henüz yaşanmamış, yada çoktan yaşanmış. O akşam her akşam görülen bir düş belki, yada öncesi, sonrası. Belki arada bir, yada son defa...

Tweet

Gönderen fortunato zaman: 7/13/2011 03:58:00 ÖÖ 0 yorum    

Anlıyorsun değil mi?

5 Temmuz 2011 Salı

Aslında böyle zamanlarda, diyor anlatıcı, bilmelisiniz ki beni bunca etkileyen hikayenin akışıdır ve o akışa dahil tüm adımlar söylenmeyen herşeyi anlatılmışçasına yaşatır. Buraya dikkat et okuyucu, tüm bu olup bitenin gerçek olmadığı, ihtimallerin verdiği gerginlik ve üzüntünün gerçek olmadığı anlamına gelmez. Aksine, söylenmeyen her söz ve saklanan her gerçek bir gün gelip de ortaya çıktığı andan daha çok zarar verir.


"...ve her söylediğim, kimsenin açamayacağı bir vasiyettir"

Tweet

Gönderen fortunato zaman: 7/05/2011 03:30:00 ÖÖ 2 yorum    

İki Temmuz

2 Temmuz 2011 Cumartesi

Sondeyiş

Dolaştım yıllardır şurda burda,
Ucuz otellerde kaldım.

İğne iplik taşıdım yanımda,
Bir düzen tutturamadım.

Kadınlar da oldu elbet yaşamımda,
Biri hariç hepsini bağışladım.

Sınadım kendimi karşılıklı acıyla,
Ben hep ölüme ve aşka inandım.

Bir şey var dokunur bana;
Yüzüme uymayan iğreti adım.


Metin Altıok

Tweet

Gönderen fortunato zaman: 7/02/2011 02:23:00 ÖÖ 0 yorum    

Nothing as it seems..

26 Haziran 2011 Pazar

Sabahın erken saatleriydi. Uykusuz geçen bir gecenin, yorgun geçecek bir günün sabahıydı. Bazı sabahlar zaman zor geçer ya, işte onlardan biriydi. Gün, bitmeyecek gibiydi. Hava güneşli, deniz berraktı. Her şey bir film sahnesiymiş gibi, ait olunan zaman dilimi ardarda dizilmiş binlerce kareden ibaretmiş gibi yada gerçekliğiyle uyuşturan bir anı olacakmış gibi uzak ve soğuktu. Başkalarının hayatı konuşuluyordu sanki. Deniz bu yüzden böylesine ferahlatıcı kokuyordu. Gözlerine mi bakıyordu? Bu defa bakıyor muydu?

"Bitti mi, dönüyor musun, bu kadar kolay mıydı?" diyordu, genç adam susuyordu. Gözlerine bakıyordu evet, hiç kaçırmıyordu o da. Sonra "Bir şey söylemeyecek misin?" dedi kız, o zaman kaçırdı gözlerini işte, denize baktı hareketsiz.

Uzunluğu tartışılır bir zaman önce benzer bir masada bırakmıştı onu, yine böyle bir sessizliğin ardından gözlerine bakmıştı da karşılık bulamamıştı. Çok kötü şeyler yaşadık, demişti masadan kalkmadan evvel, bu anıyla birlikte burada kalıp da yüzüne bakamam, o yüzden ben yokum artık, üzgünüm. Yine hatırlıyordu eksiksiz.

O zaman 'üzgünüm' ile birlikte gözlerine sabitlenen gözler aynı bakıyordu bu sabah da: Şaşkınlıkla karışık pişmanlık ve belki de biraz korku. Hazır değildi, beklemiyordu da. Beklememesi ne kadar da normal, demişti kendi kendine, ben böyle biri değilim. Çekip gidemezdim ben, diye mırıldandı, nasıl giderdim..

Ve gitmişti...

"Ne dedin?" dedi kız, "Başka yolu yoktu." diye cevapladı. "Gitmek zorundaydım, daha önce gitmeliydim hatta.. ama o kadar güçlü olamadım."

"Belki de sana en çok ihtiyaç duyduğum zamandı, ve ben yokum dedin. Aynen ve sadece bunu dedin, sonra çekip gittin."

"Daha önce gitseydim daha az zarar görmez miydik? Her şey daha yeni ve zaten fazlasıyla üzücüyken.... Ayrıca, bu şekilde bırakıp gitmem bencilce gözüküyor evet, ancak yalnızca beni vicdansızca yargıladığın zaman..."

Vicdansızca yargıladığı doğruydu. Bazen bırakıp gitmek kalmaktan da acımasız görünmesine rağmen daha az zarar verendir. Kız onun gibi kalkıp gidemedi o sabah, konuşmadan oturdular saatlerce. Söylenecek her şey söylenmiş ve hiçbir şey söylenmemişti. Bu tatsız sabah yaşanmak zorundaydı, o buz gibi ayrılık kadar bu sabah da gerekiyordu. Belki salt dengelenmesi gereken yaşantılar için gerekiyordu, ama gerekiyordu ve yaşandı.

Gitmek, bazen en beklenmedik zamanda gerekir.

Tweet

Gönderen fortunato zaman: 6/26/2011 04:42:00 ÖÖ 0 yorum    

Far away..

24 Haziran 2011 Cuma

Bazen gerçekle kurgu karıştığında ve olası gerçeğin gerçekliğinden şüpheye düştüğümde ve hatta ne kurguya ne de gerçeğe ait olan kimi ihtimallerle dehşete kapıldığımda gidecek yada kalacak hiçbir yerimin olmadığını sanıyorum. Güneşli bir gün bulutlanıp kararmıyor da aksine o turuncu-kırmızı ışıklar ve yansıttığı diğer tüm renkler daha parlak daha keskin daha göz alıcı oluyor. Gün güzelleştikçe her şey biraz daha çirkinleşiyor, biraz daha ve… 
Gökyüzü daha mavi, yapraklar daha yeşil, her şey daha boktan ise her cevabı tek bir kelimede, bir gülüşte yada başka basit bir anda aramak sonuçsuzdur. Böyle durumlarda genellikle sorulara cevap aramak manasızdır, cevaplar hiç aranmadıkları zaman gizlendikleri yerden çıkacaktır ve bu muhtemelen bir başka güneşli günü güzelleştirecektir aynı şekilde. Günün kendisi yükselirken beraberindeki her şey batacak, ihtişamı bir an için can yakacaktır belki de. Ve eğer her güzelliğin bir bedeli varsa, bazılarının unutulmayacak günlerinin bedeli de birilerince bir şekilde ödenecektir...

Tweet

Gönderen fortunato zaman: 6/24/2011 01:45:00 ÖÖ 0 yorum    

Armalar

30 Mayıs 2011 Pazartesi

i

O sabah, orada, bir başıma
Var mıydım, yok muydum, anlamıyordum ki
Kalakalmış gibiydim aklımda.


viii

Tanrının düşüyüz, dedi, o yaşlı adam
Bizi unutunca ölüyüz
Basbayağı bir ölü
Bilmem ki bu sözleri ben
Hangi sözle buluşturdumdu o zaman.


x

Üç büyük gemi rıhtımda
Üçü de beyaz, bembeyaz
Yönünü bilmeyen kuşlar gibi ben
Anılarla donatacağım
Bu tanımadığım kenti, ayak basar basmaz.


Edip Cansever

Tweet

Gönderen fortunato zaman: 5/30/2011 01:20:00 ÖS 0 yorum    

Ve..

16 Mayıs 2011 Pazartesi

Onu öldürdük- sen ve ben.
Biz, hepimiz onun katilleriyiz.
Ama bunu nasıl yapabildik? Denizi nasıl içebildik?
Tüm ufukları emen süngeri bize kim verdi?
Dünyayı güneşten kopardığımızda ne yaptık?
Nereye gidiyor şimdi? Nereye gidiyoruz şimdi? Tüm güneşlerden uzak!
Sürekli batmıyor muyuz? Geriye, yanlara, öne, her yöne? Var mı yukarıda?
Veya aşağıda kalan? Sonsuz bir hiçlikle başıboş değil miyiz?..
Tanrı ölüdür.
Tanrı geride ölümü bıraktı.
...ve biz onu öldürdük.

Friedrich Nietzsche

Tweet

Gönderen fortunato zaman: 5/16/2011 04:10:00 ÖS 0 yorum    

Kızıl Ölümün Maskesi

5 Mayıs 2011 Perşembe

"Neler yapıyorum bilmek istiyordu. Uzunca bir süre oturdu ve vaktinin daha verimli geçmesini nasıl sağlayabilir diye düşündü. En sonunda bunu yaparken de vakit kaybettiğini fark edip düşünmeyi bıraktı. O gün bu gündür düşünme eylemini yalnız başına uygulamıyor." Tanımadığım biri bu manasız cümleleri kurarken ben soğuk havanın uykumu açmasını bekliyorum. Bir sürü tanımadığım insan içerisinde iki tanıdıkla duruyorum. On dakikamız var. Çoğu zaman on dakikadır. Uzatabilirsin, genellikle sorun olmaz. Ama ben gecikmek istemiyorum. Belki de sorun olmayacağı için. Sabahları erken kalkma olayını hiçbir zaman sözlü bir şekilde desteklemesem de değerli olduğunu itiraf ediyorum. Yalnız benim sahici uyanıklık olarak adlandırabileceğimiz o beyin dalgalarına geçişim biraz uzun sürüyor. Kabaca yani. Bu nedenle pek sık söyleyemiyorum erken kalkmanın belli bir şekilde hoşuma gittiğini. Bazen bunu dile getiremeyecek kadar uykulu olabiliyorum üstelik.

 
Aslında birkaç fincan kahve, bir paket çikolata ve bir gazete ile sabahın erken saatlerini keyifle geçirebilirim. Ancak bu on dakikalık moladan önceki elli dakikadan da oldukça keyif alıyorum ve sonraki elli dakikaya gecikmem istememem bundandır sanıyorum. Hala oldukça erken, rutinimde böyle sabahların günleri de uzun sürdüğünden çokça şey hatırlayabilirim. İlk elli dakika veba ile geçiyor, ve pek çok ilgili ayrıntıyle destekleniyor. Çoğunlukla böyle değildir. Şimdi ne kadar basit, o zamanlar insanlığı kırıp geçiren bir korku Veba... Kızıl Ölümün Maskesi?

O sırada tanımadığım başka biri Japonya'daki insanların 'inanılmaz' ayırt edici tipte olduğu halde ülkemizdeki insanların 'inanılmaz' karışık tipte olduğundan yakınıyor. Buna sunduğu gerekçeyi söylemeye dilim varmıyor. Hala o yorgun uyku halini üzerimden atmaya çabalıyorum, ancak bu uykunun kendisi kadar pasif ve tatlı bir çaba. Aklıma Japonya'daki deprem geliyor, insanların fenotipinden evvel bu geliyor. Depremle birlikte temiz su kaynaklarının tükendiğini anımsıyorum. Olabilecek yada olmakta olan salgınlar... On dakikanın dolduğunu hatırlatan arkadaşlarla beraber yerlerimize geçmek için tanımadığımız o güruhtan uzaklaşıyoruz. Birkaç dakika sonra konuşulan konu yeniden uykumu açmaya başlıyor. Dramatiktir, diyor, çok olmadı, 2010'da Haiti'de depremin ardından kolera pandemik olarak görüldü.

Tweet

Gönderen fortunato zaman: 5/05/2011 05:48:00 ÖS 0 yorum    

I climb the tree to see the world..

24 Nisan 2011 Pazar

Yalnız kaldığında sanki o başka hayatı yaşayabileceğini sanıyor, kimse ona zarar vermeyecek ve sadece olmak istediği kişi olacak. Kalabalıkların ona nasıl baktığını biliyor. Son zamanlarda belki de bu nedenle daha çok saklanıyor. Sonra o saklandığı yerden çıkıp hayata dahil olduğunda her yerin o tuhaf yüzlü adamlarla kaplı olduğunu görüyor. Tanrı, diyor, eğer yoksa, iyiliği temsil edecek başka bir şey yok demektir. İyilik olmazsa kötülük de olmaz ama bak, diyor, her yerde kötülük var.

*


" Yıllar sonraydı belki, hasır şapkalı bir adam çıkıp geldi sisin içinden. Meksika purosu içiyordu sürekli. Tırnak içleri toprak doluydu. Ateşin başına oturup sırtını boşluğa dayadı. Kurt seslerinin ortasında, konuşmadan saatlerce oturduk. Güldü sonra, dişleri çamurluydu ve ağzını açınca küçük çakul taşları düşüyordu yere, sisin içinde, yuvarlana yuvarlana kaybolup gidiyorlardı." (Karanlık Beyaz)

Hasan Ali Toptaş - Ölü Zaman Gezginleri

*

Sabaha karşı uyanıyorum, genelde sabahları uyuyorum ancak gece uyuduysam sabaha karşı mutlaka uyanıyorum. Bazı geceler sırf yatağa saklanmak için yattığım oluyor. Yatmaktan yorulduğum zamanların sonrasında rahat uyuyamıyorum. Uykuya dalmaya yakın kafamın içinde kendi kendine koşuşturan anlamsız sözcük öbeklerini fark edip yatakta geçirdiğim sürenin en rahatlatıcı kısmına geldiğimi anlıyorum. Bilinçaltının bilincin kendisiyle kavgaya tutuştuğu o zamanlarda şu an elbette hatırlayamayacağım fakat kimi zaman kaybolmakta olan bilincimin anlık ortaya çıkışıyla farkına vardığım bu geri dönüşleri yakaladığım için bile uykuyla uyanıklık arasındaki o anları seviyorum, her şeyin mümkün olduğu yegane anlar buınlar olsa gerek, rüyalar bile değil.

*

"Demek ki insanlar birbirlerine ancak muayyen bir hadde kadar yaklaşabiliyorlar ve ondan sonra, daha fazla sokulmak için atılan her adım daha çok uzaklaştırıyor. Seninle aramızdaki yakınlaşmanın bir hududu, bir sonu olmamasını ne kadar isterdim. Beni asıl, bu ümidin boşa çıkması üzüyor... Bundan sonra kendimizi aldatmaya lüzum yok... Artık eskisi gibi apaçık konuşamayız... Bunları ne diye, neyin uğrunda feda ettik? Hiç!.. Mevcut olmayan bir şeye malik olalım derken mevcut olanları kaybettik... Her şey bitti mi? Zannetmem. İkimizin de çocuk olmadığımızı biliyorum. Yalnız bir müddet dinlenmek ve birbirimizden uzak durmak lazım. Ta birbirimizi tekrar görmek ihtiyacını şiddetle duyuncaya kadar. ..."

Sabahattın Ali - Kürk Mantolu Madonna

*

O bankta uzun uzun oturduğumuzu hatırlıyorum. Bu bankta uzun uzun oturduğumuzu düşündüğümü hatırlıyorum, demiştim. Bazen cevap vermezdi, bazen de başka konulardan bahsederdi. Böyle olduğunda genellikle vazgeçerdim. Bu sefer öyle olmadı. Neyden bahsediyorduk, dedi. Anlattım.


-Neden bunca zamandır beklememe rağmen tek bir şey söylemedin?
-Nasıl dememi bekliyorsun, beni bu kadar korkutmuşken nasıl söyleyebilirdim?
-Gerçekten mi?
-Bunu yaptığını çok iyi biliyorsun.
-O zaman öyle gerekiyordu, eskisi gibi olamazdı.
-Peki ya şimdi?  
-Uzun süredir bekliyordum. Bunu anlamalıydın.
-Neden bekledin? Neden söylemedin?
-Doğru zamanın var olmadığını anlaman için geç kalman gerekiyordu.

Tweet

Gönderen fortunato zaman: 4/24/2011 03:03:00 ÖÖ 2 yorum    

Nasıl anlatamıyorsun mesela?

11 Nisan 2011 Pazartesi

Yağmur devam etsin istiyorum aslında, sırf şu an için değil de yakın gelecek için belki. Aslında yarın için, şimdilik.Sabahın yedisinde uyanıp yarın, yine çıkarken evden... Gerçi yarın kaçta uyanacağımı bilemiyorum şimdi, hani farz ediyorum yarın sabah yedide  uyanıp oyalanmadan evden çıkıyorum, yağmur yağıyor olsa fena mı olurdu, diyorum.

Şimdi sabah sekizde otobüs durağında isem otobüsü kaçırmışım demektir. O otobüs duraktan sekize altı kala kalkar, neden bilmiyorum. Normalde beş kala kalkması gerekir ama altı kala kalkıyor işte ki ben o otobüsü kaçırmışsam eğer, durakta kimsecikler yoksa ve otobüs durağın hemen önünde beklemiyorsa, yani anlamışsam o sıkıcı ve yorucu otobüsü kaçırdığımı, o an yağmur yağıyor olmalı. Bir sürü otobüsün karşısında dumanlı havada durmuş ve kaçırmış olduğum ve belki evden kaçırmış olacağımı bilerek çıktığım kendi otobüsümün yokluğunu fark etmişsem, o an yağmurun altında olmalıyım. Nedeni falan yok. Birçok şeyin nedeni yok. Gerçi yarın yedide uyanacağım da yok. Ne yedide uyanacağım yarın, ne de normalde sekize beş kala kalkması gerekirken altı kala kalkmış olacağını bildiğim otobüse bineceğim. Sanıyorum. Olabilir de, neden olmasın? Ama pek sanmıyorum. Gerek de yok. Buna rağmen yarın yağmur yağsın istiyorum uyandığımda ve evden çıkarken işte... Her neyse baya uzattım, kısacası... Kısacası, kısacası da yok. Olsa yazardım. Belki.

Tweet

Gönderen fortunato zaman: 4/11/2011 03:35:00 ÖÖ 0 yorum    

Senin gibi..

20 Mart 2011 Pazar

Gözlerim kapalı yürüyorum bazen. Hiçbir zaman da dengeli bir adam olamadım. Aslında, hiçbir zaman istediğim hiçbir şey olamadım. Bunu derken yalanlıyorum da aynı zamanda, istediğim pek çok şeyi oldum çünkü, peki ya hiçbirini istediğim şekilde olmadıysam olmuş olmam bir anlam ifade eder mi? Eder elbette, ama yine istediğim anlamı ifade etmez. Dönüp dolaşıp da bu noktaya geleceğiz, her zaman..

Son zamanlarda hiç olmadığım kadar sabırsız ve gerginim. Ve ben kendimi her zaman kontrol etmeyi beceremeyebilirim, ancak akıl almaz bir yetkinlikle bunu becerebiliyor ve çoğu zaman aşırı tepkiler vermiyorsam... Her neyse, eğer istersem size saatlerce saçmasapan şeylerden bahsedebilirim ve eğer sahiden istersem en basit durumu bile inanılmaz bir dramatize edişle sunabilir ve eğer biraz daha alkol alırsam bunların hepsini gönül rahatlığıyla yapabilirim. Ancak sevgili, sen beni artık biliyor olmalısın, benim için hayatta yapılan ne varsa, uğruna çabalanan ne varsa, boş! Tüm amaçlarım amaçsız, tüm çabalarım gereksizdir. Ben bunları bu şekilde bilerek yapmakla inanmadığım bir şeye ulaşmaya çalışmıyorum üstelik, yalnızca amaçsız yahut hedefsiz bulduğum bir oyunu oynarken kurallara uyuyorum, hepsi bu!

Hepsi bu, diyorum da, bazen sahiden hepsi yalnız ve yalnızca bu oluyor, ve sonuna kadar hepsinin bu olmasından korkuyorum. Bir gün gelip de eskiden anlamlı olan ve bazı anıları doğrudan saklayan bir şarkının hiçbir anlam ifade etmemesinden korkuyorum. Bir gün gelip de hiçbir şey hissetmemekten korkuyorum. Korkuyor olmayı umursamıyor oluşumu kabullenmekten korkuyorum. Hiçbir şey umursamıyor ve çok şeyden korkuyorum. Hepsi bu, mu?

Tweet

Gönderen fortunato zaman: 3/20/2011 03:35:00 ÖÖ 0 yorum    

Hiç aklımda yokken..

12 Mart 2011 Cumartesi



"Sen miydin o, yalnızlığım mıydı yoksa 
Kör karanlıkta açardık paslı gözlerimizi 
Dilimizde akşamdan kalma bir küfür"
Can Yücel





Anla, diyor. Gösteriyor. Hava aydınlanıyor yavaş yavaş, yataktan kalktığımı görüyorum, yine evden çıkıyorum düşünmeden. Şansını kaybetmeden, diyor, çünkü her şey için doğru bir zaman var. Öyle olması gerekiyormuş gibi, evden çıkacağım doğru zaman o olacakmış gibi.. çıkıyorum. Ve işte o gün, dönüyorum. Yine doğru zamanda biletimi alıyormuşçasına gazeteyi görüyor, okuyor, karar veriyorum. Düşünmeden, ne olacağı bilmeden yola çıkıyorum.

Merdivenleri hızlıca inerken hissettiğim soğuk kadar gerçek, birkaç adım sonraki rüzgar kadar acımasız bir iç çekişle tanışıyorum. Hayatımdaki her şey parçalanmış, diyorum, bazı parçalar kaybolmuş yada hiç var olmamış. Hava karanlık, yerler eriyen karla ıslak, gece sonsuz, gece.. Hafızamdan bazı anları seçip bir süre yalnızca onlar etrafında, içinde, uzağında yaşıyorum. Çünkü sen, diyor, devam etmiyor.

Anlıyorum, diyemiyorum. Anlasam da bilemiyorum. Doğru zaman hiç olmayacaksa düşüncesinden ne kadar kaçsam da defalarca tekrarlamaktan vazgeçmiyor. Öyle belli belirsiz dokunuyor ki hissetmiyor olmaktan korkuyorum. Her şey için doğru zaman vardır, bunu ben diyorum. Elimde gazete ve kahveyle merdivenleri çıkarken eski birkaç an bana eşlik ediyor. Yol karanlık, gece ilk defa bu kadar ağır gelmişti. Ben seçtim, diyorum, ben karar verdim buna. Yalnızca pişmanlık. Ve gece.. Ve yol, yine yol, bitmiyor.

Tweet

Gönderen fortunato zaman: 3/12/2011 01:33:00 ÖÖ 0 yorum    

Sen bilirsin aslında aklımdan geçenleri..

7 Mart 2011 Pazartesi

"Sonbahar sırtındaydı onun: ve bir kez daha
ıssız gölün kıyısında beraberdiler şimdi."
William Butler Yeats



Ne kadar çok şeyi bildiğimi düşündüğümde nedense bildiklerimin içerisinde ne kadar çok bilmediğim olduğunu da düşünüp işin içinden çıkamıyorum. Uzaktan izliyorum da, her şeyi aslında, eskisi gibi olamıyor bir türlü. Sonra hangi eskisi diyorum? Hangi eskisi? Hatırladıklarından hangisi ya da.. ya da bir şey işte, ne olduğu belli olmayan bir şey, bir hatıra değil belki, bir görüntü hiç değil. Bunlar basit, bunlar üstesinden gelinir. Peki bilmediğin bir zamanla bilmediğin bir zamanı iyileştirmenin yolu nedir?

Anıları anlar olarak hatırlarken zamanları duyumsadığımda hepsinin birbirini izlemesini bekliyorum. Ve çoğu birbirini izlemiyor; yağmur, ya önce yağmış oluyor, ya o anda yağıyor. Islaklık o anda belirgin fakat bir süreç değil mi aslında? Bunu düşünerek yağmurun yağdığı anları bilemiyorum, ama yağmurun yağdığını biliyorum ve bu anın sonrasında değil öncesinde yağdığını düşünebiliyorum. Peki bilebiliyor muyum? 

Sonra diyor ki: "Tekrar aynı şeyleri yaşarsam bu defa nasıl altından kalkarım?" 

Yağmur o an yağmıyor, o an önlerinde sıcak çaylar, yanlarında parlak deniz var. Ama esasında o anda yağmur var; çünkü ben baktığımda, yani eskilere baktığımda, sadece yağmuru görmekle kalmıyor, o havayı hissediyorum. Arkama yaslanıp yeniden izliyorum. Karanlıkta deniz kokusu ve şehrin ışıkları saklı. O anın öncesinde ne var biliyorum ya, tuhaftır apayrı oluşları ve daha tuhaf mıdır bilmem, gecenin karanlığında aydınlık olanı görüyorum da karanlıkta buruklaşıyor tadı. Boğuldukça kaçıp deniz kıyısında nefes almak istiyorum, işte denizin ortasındayken hele düşünün nasıl nefes alıyorum. Tek bir an ne kadar uzun sürebilirse o kadar uzun sürüyor ve hemen bitiveriyor sonrasında. Tekrar, tekrar..

Karanlıkta yağmurun ıslaklığını duyduğumda o iki parlak ışık beliriyor yeniden. Sonra ait olduğumu hissedeceğim bir yer arıyorum. Bembeyaz bir odada gözlerimi açışımı görüyorum, uzaktan görüyorum. Tahmin ettiği şeyi söylememi bekleyerek ve söylemememi isteyerek bakıyor. Karanlık tüm ışıkları örtüyor, deniz kokuyor, eskiden koktuğu gibi mi bilemiyorum. Her şeyin zamanı var dedikçe zaman geçmek bilmiyor. Denize kaçmak istiyorum. Peki yapabiliyor muyum?

Sonra diyor ki: "Öyleyse neden bizi öldürmedin?"

Tweet

Gönderen fortunato zaman: 3/07/2011 02:40:00 ÖÖ 0 yorum    

Mesela..

26 Şubat 2011 Cumartesi

Vakitsizliğin ortasında durup mutsuzluklarımızla, sahip olamadıklarımızı hak etmeyişlerimizin cezasını çektiğimizi düşünürüz. 


Utana sıkıla yazdığım birkaç satırın içinde büyüyor, küçülüyor her şey. Gündelik uğraşlara takılıp güçlü görünmeye çalıştıkça gülün bana. Yalanlarımı yalnız bana söylüyorum ya; nedeni, niçini yok hiçbir şeyin. Gözlerini kapadığında dönüyor mu dünya, duruyor musun yoksa? Haydi bitti de, ve bitsin. Hepsi kurmaca olacak bir gün. Ya yarın, dün?


Sonra Selim gibi, kimsenin yaşantısını beğenmedim, kendime uygun bir yaşantı da bulamadım diye yakıyorum da dumanlı bir havada ellerim soğuktan titrerken geç kalmanın rahatsız endişesini taşıyorum yine. Halbuki o tamamlanmamış huzuru huzursuzluğun en derininde bulmuştum. Belki de yalnızca duymuştum? O kırmızı koridorun soğukluğu gerçek değil miydi?




"Çünkü trajedi, tam umutlarımız en parlak haliyle ışıldarken tepemize çöktü."
Weis & Hickman

Tweet

Gönderen fortunato zaman: 2/26/2011 01:07:00 ÖÖ 1 yorum    

Gecenin tam ortasında..

15 Şubat 2011 Salı

"Hiçbir şeyim yok akıp giden sokaktan başka
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni."
Cemal Süreyya


Hiçbir şeyin ne yeri ne de zamanı aslında. Hani saatlerce oturur, bir şeye bakar durursun da aslında görmezsin ya bazan, işte bu kim bilir neler görmüyoruz diye düşündürüyor adama. Sonra o adam gelip bana diyor, dostum sen yavaş yavaş aklını kaçırıyorsun. Yine sonra o adamın adını seslendiğimde dönüp bakmıyor bile bir süre. Duymuyor musun be adam, diyorum, duyuyor ya bakmıyor yalnızca. Bekliyor da bir zaman sonra yanıma yaklaşıyor tekrar, inan bana, diyor, yavaş yavaş.. Göreceksin. Halbuki dalgın bakıyorum, görmüyorum...

Henüz...

Neden sonra düşünüyorum, belki de daha iyi olurdu. Hiçbir şeyim yok benim, diyebilirdim o zaman rahatlıkla. O zaman, diyebilirdim belki, demek istediğim onca şeyi, rahatlıkla? Belki o zaman daha kolay derdim, dostum ben aklımı kaçırmışım yavaş yavaş? Sana bir sır vereyim mi, derdim, ben size hep demiştim bunu. Önceden söylemiştim. O adam her fısıldadığında inanmıştım. Kim bilir neler derdim o zaman, rahatlıkla? Bilirim, öyle bir şey derdim ki, o dediğim yakar geçerdi. Derdim, üzerdi. Göreceksin, ama...

Henüz...değil.


"Kim olduğumu ne bilirlerdi..
Korkunç zordu beni sevmek; ve ben, 
Buna yalnız birinin gücü yeteceğini seziyordum.
Ama o biri, istemiyordu henüz."
Rainer Maria Rilke

Tweet

Gönderen fortunato zaman: 2/15/2011 12:55:00 ÖÖ 0 yorum    

Önceki Kayıtlar Ana Sayfa
Kaydol: Kayıtlar (Atom)

Blog Design by Gisele Jaquenod

Work under CC License.

Creative Commons License