Farkında olarak delirmek gibiydi. Aramız gittikçe kötüleşiyordu ve ben de bunu memnuniyetle izliyordum. Yine de ikimiz de bunu Aslı’ya belli etmiyorduk. Bir oyundu Metin’le oynadığımız, herkes birbirinin önüne geçmeden rol yapmaya devam ediyor, hakemin kimi seçeceğini bekliyordu.
Hatırladığım ilk anılardan itibaren benimleydi Metin. Oynadığımız oyunlar hep masumcaydı. Şimdiyse hayatlarımızla oynadığımızı bilemedik. Bilemedim.
O boğuk restorandaki rahat masalardan birinde oturuyorduk. Aslı yanımda, Metin de onun karşısında, sadece oturuyorduk. O an tüm restoranda bizden başkası yoktu, algılayamıyorduk. Gerginlik yayıldıkça daha da boğuluyorduk. Aslı yanımda oturuyordu, dayanamıyordum.
O, beni seviyordu, yalnızca birkaç yıldır tanıdığım bu kızı en az Metin’i okuyabildiğim kadar okuyabiliyordum. Beni seviyordu, gözlerinde görüyordum. Ve haklı olarak çekiniyordu, çünkü o da Metin’in gözlerinde aynı şeyleri okuyabiliyordu. Aramızdaki bu garip ilişki sizi yanıltmasın, herkes birbirini öyle önemsiyordu ki mutlu olmak için hiçbir çaba sarf etmiyordu. Benim mutluluğum, Metin’i mutsuz edecekti; aynı şekilde onun mutluluğu da beni. Buna da katlanabilirdik belki ama…
Ama ben oyunun kuralına uyarak beklemeye devam edemedim. O gün o boğucu restoranda Metin’i bir defa öldürdüm. Aslı’nın elini tutum ve O’nu öptüm. Beni seviyordu, demiştim. Doğruydu. Böylelikle ben kazandım, ama hile yapmış olmanın verdiği utançla birlikte…
Metin ise tahmin edileceği gibi yıkılmıştı ve kendini restoranın dışına nasıl atacağını bilemedi. Peşinden koştum, ne amaçla olduğunu bilmiyorum, ama peşinden koştum… Sadece koşuyordu ve benim zayıf ciğerlerimin onu daha fazla kovalamaya gücü yoktu. Yine de çılgınlar gibi koşmaya devam ettik, ter içinde ve nefes nefeseydik. Neyse ki Metin yavaşlamaya başlıyordu, ağlamak ve koşmak başlı başına iki ayrı yorucu işken, insan vücudunun ikisini birlikte kaldırması pek de kolay sayılmaz elbette.
Aniden durdu ve sokağın yanındaki alçak demir parmaklıklara yaslandı, dizlerinin üzerine çökmüş, apartmanın bahçesine doğru eğilmiş, parmaklıkları destek olarak kullanmıştı. Ne yaptığına anlam verememiştim ilk başta, ama kusuyordu, evet. Çoğu insan sarsıcı bir olayın ardından vücudunun bu tepkisini garip karşılar, ama düşününce vücudun kendi kendini temizleme çabası oldukça normaldir. Metin’in vücudu da bu çaba içerisindeydi, ne yazık ki kusmak sadece biraz daha kendini kaybetmesine sebep olmuştu.
O kendini kaybetmişlikle yanı başında durmuş nefes nefese kendisini izleyen beni fark etti ve olanca gücüyle üzerime atladı. Beklemediğim bir şekilde yer yuvarlandım ve Metin’in art arda gelen yumruklarından korunmak için dahi hiçbir çaba harcamadım. Haklıydı, bana vurmak, beni öldürmek hakkıydı; ama Aslı’yı kazandıktan sonra buna izin veremezdim.
Bu düşünceyle Metin’in savruk yumruklarından kendimi kurtardım ve onu üzerimden atmayı başardım. Öylesine bitkindi ki düştüğü yerden kaldırmadı kafasını, sarsıla sarsıla ağlamaya devam ediyordu. Beklemezdiniz, böyle bir manzarayı görmeyi tahmin edemezdiniz. Koskoca adam, çaresizce ağlıyor, kendini tüketiyor, parçalanıyor, bitiyordu. Ama Metin böyle bir adamdı işte, belki de bu yüzdendir kalkıp ona vurmaya başladım. Daha fazla kendini tüketmemesi için, yanlış anlamayın. Yoksa yediğim dayağın intikamını falan düşündüğümden değil, düşünemezdim, hak etmiş ve buna rağmen engel olmuştum.
Şimdiyse kendine gelebilsin diye ona vururken dahi tüm bunları hissetmediğini fark ediyorum. Neden mi? Çünkü Metin’in zayıf bir kalbi vardı ve bunca çabaya yenik düşüyordu. Ağlaması çılgınca bir nefes alma çabasına dönüştüğünde Aslı arabayı yanımızda durdurdu ve hemen arabadan inerek bize doğru yaklaştı. O sırada benim kanlar içerisindeki yüzüme bakarken gözlerinde gördüğüm ifadeyi ömrüm boyunca unutamam, o birkaç saniyelik bakışın ardından Metin’e çevrilen gözleriyle kendime gelmem arasında sanki asırlar vardı.
Hastaneye gittiğimizi söylemese de biliyordum elbette, Metin kendinde olsa arka koltukta Aslı’nın kucağında yattığı bu anlar için de gözyaşı dökerdi muhtemelen ama kendinde değildi ve büyük olasılıkla hastaneye yetiştikten bir süre sonra ancak kendine gelecekti. Sonuçta ben bir doktordum, ama yediği dayakla bilinci kapanmaya başlayan bir doktorun arka koltukta yatan hastaya hiçbir faydası olmamasından öte, ölümcül zararları da olabiliyormuş.
Kötü bir kazaydı, nasıl olduğunu hala hatırlamıyorum fakat anlatılanlara göre o kamyonun altına yalnızca uyuyakalan biri girebilirmiş, fakat bu Metin’i geri getirmiyor. Evet, maalesef o kazada Metin hayatını kaybetti, ve Aslıyla ben de birer parçamızı kaybettik. Metin’i ve birbirimizi kaybettik.
Metin’i ve birbirimizi…
Hile
30 Aralık 2009 Çarşamba
Gönderen fortunato zaman: 12/30/2009 12:29:00 ÖÖ 0 yorum
Değirmen'den...
23 Kasım 2009 Pazartesi
...
Çiçeklerin açtığı mevsimde, senin kollarına yaslanan ve çiçekler kadar güzel kokan bir vücutla uzak su kenarlarında oturmak ve öpüşmek, yoruluncaya kadar öpüşmek hoş şeydir...
Seni gördüğü zaman zalimce başını çeviren mağrur bir dilberin kapısı önünde ve ay ışığı altında sabaha kadar dolaşmak, bunu candan arkadaşlara ağlayarak anlatmak, -söz aramızda- gene hoş şeydir.
Fakat sevgili bir vücutta bulunmayan bir şeyi kendisinde taşımaya tahammül etmeyerek onu koparıp atabilmek, işte adaşım, yalnız bu sevmektir.
Sabahattin Ali
Gönderen fortunato zaman: 11/23/2009 08:24:00 ÖS 0 yorum
Psikoz
15 Kasım 2009 Pazar
Bu yoğun karanlığın içine uyandığımda nasıl bir yanılgının içinde bulunduğumun farkındayım. Burası gözlerimi yummaya ihtiyaç duyduğum o alışıldık yer değil, hiçbir zaman olmadı. Yine de ben gözlerimi yumuyorum ve evet, aynı karanlığın içine tekrar uyanıyorum. Bildiğim tek gerçek, gözlerimi kaç defa kapayıp açsam da bu karanlığın aynı karanlık olacağını düşünmemem gerektiği.
Hayır, burada gerçekleri istemek yanılgının ta kendisi. Burada karanlık, yanılgının ta kendisi. Burada yanılgı, kendi varlığım. Burası karanlık ve karanlık benim. Ben yanılgıdan başka hiçbir şeyim ve karanlık, benim varlığımla birlikte kendisinin acınası bir yanılgı olduğunu ispatlıyor.
Nefes al. Ver.
Tekrar nefes aldığım o an, karanlığı ciğerlerimden uzaklaştırıyorum. Soğuğun içine yayılan nemli havayla birlikte buharlaşan halini izliyorum. Ciğerlerim temizleniyor ve artık nefes almaya ihtiyacım olmadığını biliyorum. Dahası, artık ağzımdaki kuruluğu yok etmek için suya, görmek için ışığa, yazmak için harflere ihtiyaç duymuyor oluşum. Bunların hepsine sahip olmak için var olmam gerekmiyor, var olmak içinse bunlara sahip olmak zorunda değilim. Burası artık karanlık değil, ve yanılgım varlığımdan büyük bir duruma geldiğinde yaşamak için ihtiyaç duyduğum ne varsa, hepsi anlamsızlaşıyor.
Burada, bir daha asla karanlık olmayacağını anlayabiliyorum. Bir başka deyişle, doymak için yemek mecburiyetinde olmayacağım, ısınmak için sıcak, uyumak için yatak aramayacağım. Baştan çıkarılmak için nefes alıp veren birine ihtiyacım yok. Çünkü bu yanılgının da ötesinde anın gerçekliğinin son bulduğu yerde, benim varlığım, tüm gereklerin buharlaşıp uzaklaştığını gösteriyor.
Derinlerde, birinin nefes alp verişlerini duyuyorum. Acı çekiyor, zihninin yanılgılarını fiziksel acılardan daha aydınlık varsaydığını biliyorum. Nefes aldığını duyduğum süre boyunca acısının artarak tüm karanlığı bedenine sardığını görüyorum. Tüm bunları görmek için gözlere ihtiyacım yok.
Nefes al. Ver.
Bunu seziyor. Artık soluğunu duymuyorum. Onu duymak için kulaklara ihtiyacım yok. Son soluğunu verdiğinde, onun da yaşamak için ihtiyaç duyduğu ne varsa, hepsi anlamsızlaşıyor. Burada yanılgının kanunları işliyor, burada varlığın ötesinde hiçbir şey yok, burada bir daha asla karanlık olmuyor.
Gönderen fortunato zaman: 11/15/2009 08:03:00 ÖS 0 yorum
İşte Son...
6 Kasım 2009 Cuma
Herşeyin sonu; gecenin örtüsü,
Çok derin değil ama idrak edemiyorum,
Gördüm benden öncekini, korkunç görünümde,
İşte Son...
Aşk çok eskiden terk etti beni, yola koyuldum,
Onun yolu genç bir adamla, yaşam küflü ve paslı.
Şimdi insanın ötesinde, hiçbir dostum yok.
Benim için ümit yok, ışığın pırıltısı hiç yok,
Kara patikamda, ödünç bir teselli,
Henüz buluşacağım gülen bir yüzle ve dürüst
İşte Son...
Aleister Crowley
Gönderen fortunato zaman: 11/06/2009 02:16:00 ÖÖ 0 yorum
...
13 Eylül 2009 Pazar
Bisiklete binmek istedim.
Henüz tam anlamıyla uyanmamıştım bile ve uyanmak da istemiyordum. Yine de, uyuyakaldım diyemezdim. O yüzden uyuyakalmamalıydım. Sabahları bisiklete biniyor olabilirdim. Bu sabah kesinlikle bisiklete binmeliydim.
Bisiklete binmeyi öyle çok istedim ki artık uykuma devam etmem mümkün değildi. Yataktan çıkmam, duş almam ve giyinmem yarım saatten fazla sürmedi. Kendi kendime bisikleti balkondan almam gerektiğini tekrarladığım halde masanın üzerinden arabanın anahtarlarını alıp evden çıktım.
Evden her çıkışımda peşimden gelen ‘Bir şeyi unuttum.’ hissi bu sabah beni unutmuş olmalıydı. Bir şeyi unutmuş olmak istedim. Çok önemli bir şeyi unuttuğumu çok geç fark edip eve dönmek zorunda kalmak… Evet, hiçbir şeyi unutmadığımı biliyordum.
“Hiçbir şeyi unutmadım.”
Bu basit cümleyi duymaktan öyle çok korktum ki yatağıma dönüp en çok yalnız kaldığım yere sığınmak istedim. Ben, her şeyi unutmak istedim ki bu hayatım boyunca duyduğum en güçlü ve en saf ikinci istekti. Geçmişimin yok olmayacağını biliyordum, ama bazı anılardan kurtulmanın düşüncesi dahi rahatlatıcıydı.
Arabanın soğuk koltuğuna oturup emniyet kemerimi takarken “Hadi ama!” dedim yüksek sesle, “herkesin unutmak isteyeceği anılar vardır, hastalık gibidir bu anılar; bazıları yalnızca can yakar, ama bazıları ise yavaş yavaş öldürür.” Sonra güldüm, bisiklete binmeliydim dedim. Arabayı çalıştırıp yola çıktığımda yanımdan bir bisikletli geçti ve ağlamaya başladım.
Gönderen fortunato zaman: 9/13/2009 11:56:00 ÖS 0 yorum
Seslerin Ardında
21 Ağustos 2009 Cuma
Denizi izliyorum. Günün son ışıkları üzerime düşerken yer yer sarı-turuncu parıldayan denizin yanı başındayım. Arada bağrışan martılar da olmasa tamamen yalnız hissederdim herhalde kendimi. Hâlbuki Aslı yanımda, güneş en tepede olduğu andan beri birlikteyiz. Şimdi batan güneşi izliyorum, o hala yanımda, ama biz birlikte susmayı seviyoruz ve konuşmadığında yalnızlaşıyor insan. Belki de salt bu yüzden martıları böylesine seviyorumdur.
Aslı’yı seviyorum. Herkesin arayıp da bulamadığı bir şeyi hiç korkmadan paylaşabildiğimiz için midir bilmem, varlığında da yokluğunda olduğu kadar özlerim onu. Biz sessizliği paylaşabiliyoruz, aynı sessizlik içinde yaşayabiliyoruz. İki ayrı uçta yalnızlaşabiliyor ve ortada tekrar birbirimize bağlanabiliyoruz. Ben denize bakar, martılarla göz göze gelirken nasıl da birbirimize bu kadar yakın ama uzak oluşumuzu düşünüyorum. Ben düşündükçe güneş biraz daha soluklaşıyor ve karanlık sessizliği bozduğunda:
—Gidelim artık, diyor.
Denizin kenarında usulca yürürken, hep öğlenleri ve akşamları sabırsızlıkla beklediğimi anlıyorum. Ben de böylesine rahat bir sessizliğin özlemini hep duyardım, ama bazı zamanlar sınırı aştığımızı da düşünmüyor değilim açıkçası. Bu yüzden sessizliğin bozulduğu anları bekleyişim sessizliğin efsunundan daha kuvvetli bir hal alıyor. Hala denizin kenarında el ele yürürken, o upuzun sessizlik anlarında yanında olduğumu unutup unutmadığımı merak ediyorum. Öğlenleri buluştuğumuzda boynuma sarılıp beni öptükten sonra çok geçmeden sessizliğin tutuşan ellerimize aldırmadan zihinlerimizi ayıracağının farkında olup olmadığını bilemiyorum. İşte, her şeyden çok, yanında olan varlığımdan haberdar oluşunu görebildiğimden bekliyorum hep öğlenleri ve akşamları.
Otobüs duraklarına neredeyse varıyoruz ve ben otobüs duraklarında kendimi huzurlu hissettiğimi keşfediyorum. Karanlık çöktüğünde, hava gündüze nispeten serinlediğinde, biraz daha sokuluyor yanıma. İtirazı olmaz zaten onunla durağa yürümeme ve birlikte bekleriz gelmesini otobüsün. İşte, şimdi de durağa varıyoruz ve otobüsün kapıları hemencecik açılıveriyor. Binmeden evvel bana sarılıyor ve gülümseyerek,
—Hoşça kal, diyor, yarına kadar özleyeceğim seni.
—Ben seni şu anda dahi özlüyorum, diyorum.
Öylesine doğru ki bu, gerçekliğini kabullenmem için dudağımı ısırmam gerekiyor. Gözlerime birkaç saniye daha bakıyor ve dönüp otobüse biniyor, bense hala parfümünün kokusunu alırken ardından bakıyor ve gidişini izliyorum. Kızıl saçlarının sırtında nasıl haylazca oynadığını, ela gözlerinin denizi izlerken nasıl da yemyeşil parıltılarla baktığını, yanaklarına gelişigüzel dağılmış çilleriyle yüzünün yumuşak hatlarını çok iyi biliyorum fakat incecik dudakları öpüşmediğimiz zamanlar haricinde çoğunlukla kapalı olduğu müddetçe bunları unutmamam için her akşam böyle ardından bakmam gerekeceği korkusuyla yüzleşiyorum. Otobüs hareket ediyor, Aslı kirli camın ötesinden el sallıyor, bu hep böyle olur. Ben de ona el sallıyorum. Gözlerinin içine bakarken ürperiyorum.
ξ
Ertesi gün, güneş en tepede yerini aldığında tiyatro binasının önünde onu bekliyorum. Bazen benden erken geldiği dahi olur, ama bugün değil. Bir saate yakın geç kaldığından telaşlanıyorum. Tiyatronun önünde, aklımda onlarca kötü fikirle ve bu fikirlerin hepsini zihnimden uzak tutma çabası içerisinde beklediğim o bir saat benim için sonsuzluğu karşılıyor. Zaman yalnızca bir kum saatinden ibaret. Akıp giden kum tanelerine engel olamıyorum.
Duraklara doğru elimi güneşe siper edip baktığım anlardan birinde yürüyüşünden tanıyorum onu. Göğsüne kadar düğmeleri açık, koyu yeşil bir gömlek var üzerinde. Saçlarını savuran rüzgâra aldırış etmiyor, hızlı adımlarla yaklaşıyor. İçim rahatlar gibi oluyor birden, tam o yöne doğru adımımı atacağım sıradaysa yanındaki delikanlıyı fark edip öylece olduğum yerde kalıyorum. Uzunca boylu. Dinlemekten hiç hoşlanmadığım bir müzik grubunun tişörtü ile sıradan bir kot giyiyor; ne uzun ne de kısa sayılabilecek saçları dağınık, sakalı birkaç günlük. Yirmili yaşların başında olduğunu tahmin ediyorum. Aslı iyice yaklaştığında, dönüp delikanlıya bir şeyler söyledikten sonra benim beklediğim yere, tiyatronun giriş kapısının hemen yanına, dikkatle bakıyor ve göz göze geliyoruz. Gözlerimi gözlerinden ayırmadan sırtımı usulca duvara yaslıyorum. Kum saati tekrar beliriyor. Akıp giden kum taneleri de öyle...
Ve bir an, duruyorlar.
O an içerisinde, akşam hangi oyunu izleyeceklerine karar vermeye çalışan bir grup genç, biraz ötemdeki ağacın gölgesinde simit satan yaşlı bir adam, o yaşlı adamın yanındaki bankta oturmuş sigara içip sohbet eden iki takım elbiseli adam, kolunun altında bir boyacı sandığıyla önümden geçen eli yüzü kir pas içerisinde bir çocuk ve önümden öylesine geçip gitmek üzere olan birkaç başka kişi daha, bir anda dönüp de bana bakıyor. Aslıyla delikanlı öylece duruyor; arabalar, yayalar ve hatta martılar da öylece duruyor... Ben duruyorum. Bir nefes alıp vermelik bu süreç içerisinde etrafımdaki herkes bana bakıyor ve kum saati tekrar işlemeye başladığında herkes kendi hayatına geri dönüyor. Bunların hepsini fark ediyor, bir an sonra unutuyorum.
Aslı yanıma geliyor, hemen ardından o sıkıcı delikanlı da gelerek elini uzatıyor. Uzattığı elini sıkıyorum. Aslı benim adımı söylüyor, ardından:
—Buğra, okuldan arkadaşım, diyor.
Kendi gibi adı da sıkıcı ve böylelikle tanışmış oluyoruz. Aslı koluma giriyor, az da olsa rahatlıyorum, hala sıcaklığını hissetmek ne kadar güzel! Buğra’ya deniz kenarında oturmak isteyip istemediğini soruyor, o da büyük bir içtenlikle onaylıyor ve bir o kadar büyük bir rezillikle biz deniz gören bir bank bulana dek denize olan sevgisini ve ilgisini düzinelerce benzer cümle ile açıklıyor. Aslı çöplükte oturmak isteyip istemediğini sorsaydı aynı sevgi ve ilgi seline kapılıp kaybolacağımızı düşünüyorum. Böyle olacağından kesinlikle eminim. Oturuyoruz.
Yaklaşık on dakika süren bir sessizliğin ardından Buğra’nın varlığını unutuyorum. Orada olduğunu bildiğim halde, varlığının yokluğunu doğurduğu kanısına vararak onu zihnimden uzaklaştırıyorum. Yalnızca Aslı, deniz ve martılar var. Belki izin verirsem bir süre sonra yalnızca deniz ve martılar kalacak fakat ben buna şimdiye dek göz yummadığımı biliyorum, şimdi ve sonrasında da öyle olmalı.
—Siz genellikle burada mı takılırsınız, diyor Aslı’ya dönerek.
Cevap verme. Cevap verme. Cevap verme.
—Her gün, diyor.
—Vay be! Değişiklik yapmıyor musunuz hiç?
—Hiç düşünmedim aslında.
—Sinemaya neden gitmiyorsunuz, bu aralar güzel filmler oynuyor üstelik. Geçenlerde bir tanesini izledim, şahaneydi.
—Öyle mi, anlatsana, diyor.
Buğra hevesle anlatmaya başlıyor şu şahane filmini, gözleri parlıyor. Sözcükleri yetmiyor kimi zaman, elleriyle anlatıyor, kollarıyla… Aslı dinliyor, özetin filmden uzun sürmesinden korkuyorum bir an. Övgüler bitmiyor. Oysaki o filmi ben de izledim, birkaç gün evvel Aslı buluştuğumuzda neler yaptığımı sorduğunda sinemadan henüz çıkmış olduğumu ve hoş bir film izlediğimi söylemiştim. Yalnızca, beğendim, diye eklemiştim. Aslı’nın şu an bunu anımsadığını hiç sanmıyorum. Film bitiyor.
—Sahiden pek ilgi çekici gözüküyor, diyor.
—İstersen bir gün okul çıkışı gidebiliriz?
—Olabilir, ne dersin, diyor Aslı bana bakarak.
—Bilmiyorum, diyorum.
Sohbetlerine devam ediyorlar, konuşmalarını takip etmek istemiyorum. Suskunluğumuzu özlüyorum, çoğunlukla sessiz geçen tüm tanışıklığımız boyunca konuşmaya hiç ihtiyaç duymadan birbirimizi tanıyışımızın güzelliğini duyuyorum. Buğra kahkaha atıyor, ama ne kahkaha! Aslı’ya baktığımda gülümsemekle yetindiğini görüyorum, üstelik sahici ve içten bir gülümseme. Yüzümü kapıyorum ellerimle, avuçlarımın ardında maviliğin kayboluşunu hissediyorum. O hayranlık uyandıran mavilik… Bu kadar kolay kayboluyor işte.
—Bir şey mi oldu, iyi misin, diye soruyor Aslı.
Cevap veremem, çünkü yitirilenlerin ardından konuşmak yersiz. Sessizlik bozulduğunda her ses onu biraz daha kirletmekten başka bir şey değil.
—Söylesene, bir şey mi…
Sonu kayboluyor kelimelerinin. Ellerimi yüzümden çekerken maviliğin dönüşü gibi sessizliği de buluyorum seslerin ardında. Oturduğum yerden kalkıyorum ve her akşam Aslı’nın bana otobüsün kirli camının ötesinden el sallamasını bekleyemeyeceğimi biliyorum. Ben ona el sallıyorum, sonrasındaysa otobüs duraklarına doğru yürüyorum. Ayağa kalktığını seziyorum, fakat ardımdan gelmiyor. Sesleniyorsa da eğer, sözcükleri sessizliğimde parçalanıyor.
Gönderen fortunato zaman: 8/21/2009 06:37:00 ÖS 0 yorum
III
3 Ağustos 2009 Pazartesi
Karanlık suyun dibini göze aldım.
Sonsuzluğu göze aldım o yatakta
Sen gittin, ben bu balkonlarda kaldım.
Metalin damara dayandığı nokta
Şimdi söylüyorum dilimdeki küfrü
Büyülü sözü kalbimdeki:
Tekrar karşılaşsak
Ölür müsün?
Birhan Keskin
Gönderen fortunato zaman: 8/03/2009 11:23:00 ÖS 0 yorum
Hasta Bir Çocuktum Ben.
19 Temmuz 2009 Pazar
Çocukevine kapatıldığımda henüz altı yaşımdaydım. Annem ve babamın beni oradaki mavi gömlekli, beyaz saçlı görevliye teslim ederken birbirlerine nasıl baktığını anımsıyorum. O yaşımda, bu bakıştaki tereddüdü fark edemeyişim normal olsa gerek, çünkü hasta bir çocuktum ben.
Babama neden onlardan ayrılmak zorunda olduğumu sordum. Dizlerinin üzerine çöktü önce, bir elini omzuma koydu; sonra gözlerime baktı, gülümsemiyordu gözleri, umutlandırmıyordu beni. Altı yaşımın en korku dolu anıdır belki de, babamın gözleri ilk defa bu kadar donuktu tüm o yaşlarım içerisinde. Oraya gitmelisin dedi bana, seni iyileştirecekler orada. Öyle olmalıydı, çünkü hasta bir çocuktum ben.
Ağlamadım hiç, ne oraya gideceğimi öğrendiğim zaman, ne de giderken. Hatta çocukevinde kaldığım 6 yıl boyunca bir defa olsun yaş akmadı gözlerimden. Öyle çok hasta çocuk vardı ki burada! Ağlayabiliyorlardı üstelik, hatta sabaha kadar uyuyamadığım bazı gecelerde yorganımın altından ağlama seslerini işitiyor, üzülüyordum hepimiz için. Üzülüyordum, ama onlar gibi ağlayamıyordum, çünkü hasta bir çocuktum ben.
Çocukevinin önünde babam dönüp ‘Ağlama!” demişti anneme. Annem de ağlayabiliyordu, ama babamı ağlarken görmemiştim hiç. O an aklıma geliverdi birden, babama dönüp kafamı yüzünü görebileceğim kadar kaldırdım. Baba, dedim usulca, yoksa sen de hasta bir çocuk muydun? Sanıyorum ki bu soruyu sormam ikisinin de dehşete kapılmasına sebep oldu. Annem beni kendine çevirip öyle bir sarıldı ki nefessiz kalacağımdan korktum. İşte o zaman ilk defa yüzüm yaşlarla ıslanmıştı, ama hepsi annemin gözyaşlarıydı, çünkü hasta bir çocuktum ben.
Başlarda burada oluşumu yadırgamadım hiç, belki de hastalığımı kabullenmiş oluşumdu durumu kolaylaştıran, bilemiyorum. Sağlıklı çocuklar bu yaşlarda okula başlıyordu, bense bulunduğum bu çocukevini bir çeşit okul olarak hayal etmeye çalışmıştım. İyileştiğim zaman beni de okula alıp almayacaklarını merak ediyordum, fakat burada bu soruyu sorabileceğim birileri olduğunu sanmıyordum. Belki annemle babam beni ziyarete geldiklerinde sorabilirdim, diye düşündüm, fakat bu ziyaretlerin oldukça nadir olduğunu öğrendiğimde aradan çok uzunzaman geçmişti ve o sorudan başka bir sürü şey vardı konuşulacak. Çünkü hasta bir çocuktum ben.
Şimdi on iki yaşımdayım ve buradan çıkabileceğim konusunda çok daha umutsuzum.Çocukevini bir çeşit okul olarak kabullenmeyi bırakalı yıllar oluyor. Sanırım bir hasta çocuklar hapishanesine terk edildim ve hastalığım gün geçtikçe ağır ağır ilerliyor. Artık daha fazla ilaç alıyorum, yine de kendimi eskisinden daha cansız ve isteksiz hissediyorum. Günün büyük çoğunluğunu yatağımda uyuyor taklidi yaparak geçiriyor ve tüm geleceğimin burada geçip geçmeyeceği endişesiyle düşünerek uyuyakalıyorum kimi zaman. Eğer herhangibir görevli beni uyumadığım halde yatıyor görüyorsa, her hafta bir kez olan görüşme saatlerim iki ya da üçe çıkıyor. Bunun sağlığım için olduğunu söylüyorlar, ama doktor görüşme saatlerinde ne düşündüğümü ve neden bunları düşündüğümü sormaktan başka bir şey yapmıyor. İlaçlarımı almam için telkinlerde bulunuyor, bense hep aldığımı söylüyorum. Hep aldığımı söylemeliyim, çünkü hasta bir çocuğum ben.
Gönderen fortunato zaman: 7/19/2009 12:45:00 ÖÖ 0 yorum
Kız Çocuğu
Yakınlardaki bir kasabaya aylık tatilim için gelmiş, bugün de civardaki köylere bir göz atma niyetiyle dolaşmaya karar vermiştim. Birkaç köyü dolaştıktan sonra sıcaktan yorulduğumdan, bu oldukça ufak köyde, arabamın içinde oturmuş dinleniyordum.
Bir avuç çocuk, köyün içlerine doğru kıvrıldığını tahmin ettiğim yolda gelişigüzel koşturup duruyordu. Belli ki buradan pek sık araba geçmezdi ve onlar yolun ortasında oynarken oldukça rahattılar. Vurdumduymaz ifadeleri ve derbeder kılıklarıyla buraya ait olduklarını açıkça belli ediyorlardı.
Kimisi arabamın yanından geçerken farklı bir yüz görmenin hayretiyle beni inceliyor, kimisi de ürkek bakışlarını bana yöneltmekten çekiniyordu. En büyükleri 12 yaşında olsa, en küçükleri yürümeyi henüz öğrenmiş olmalıydı. Ama burada, bu toz torağın arasında oynarken, hepsi yaşıt sayılıyordu. Hepsinin üzerinde yaşça büyük kardeşlerine artık ufak gelen giysiler vardı, kimisinin ayağı yalın, kimisinin pantolonu delikti. Onlar çocuk kaldığı sürece, bunların hiçbir önemi yoktu.
Dakikalarca orada oturduktan sonra bu manzaraya alıştığımda, tüm bu çocuk kalabalığı can sıkıcı bir hal aldı. Koltuğumu geriye doğru yatırıp biraz kestirmek niyetiyle elimi arabanın kapısı ile koltuğun arasındaki kola doğru uzattığım esnada, arabamın açık camına oldukça yakın mesafeden geçen ufak bir çocuğu görüverdim. Tam ben onu gördüğümde, o da başını bir yabancı olan beni incelemek için çevirdi ve göz göze geldik.
Hâlihazırda arabanın kapısına doğru tuhaf bir açıyla eğilmiş olan yüzüm, o ufak yüzü neredeyse yarım metre mesafeden izledi. Yok denecek kadar kısa kesilmiş saçlarıyla dört yaşlarında bir erkek çocuğunu andırsa da, kulaklarında belli belirsiz parıldayan zarif küpeleri ve saf güzelliğini çocukluk maskesinin ardına saklayan o pırıl pırıl yüzü haricinde, gözlerime bir anlığına kenetlenmiş müthiş gözleri, kız çocuğu olduğunu ele veriyordu. O yıpranmış kotu, pembe tişörtü, sandaletleri ve hafif esmer teniyle diğer çocuklardan farksız görünüyor olsa da; yeni tıraşlı saçları, pürüzsüz çehresi ve yakut gözleriyle kendini zihnime kazımıştı.
Bu sapkınlık, ahlaksızlık olarak düşünülecek bir durum değil elbette. Salt güzelliğe duyulan saygıyla karışık ilgiden başka bir şey değil. Bu yüzdendir ki ben sonraki gün, bir sonraki gün, iki sonraki gün ve takip eden diğer günlerde yalnızca bu küçük kız çocuğunu görmek için bu köye gelir oldum. Neredeyse tüm çocuklar bana alışmış olsa da en büyük çekincem köy sakinlerinin röntgenci olduğumu yahut daha başka art niyetlerle her gün burada durduğumu düşünmesiydi. Bu sebeple ziyaretlerimi mümkün olduğunca kısa tutuyor, bazense yoldan oldukça yavaş geçerek gözlerimle onu arıyor ve bulamazsam hiç beklemiyordum.
Gel zaman git zaman, günlerce izledim onu. Yalnızca izledim ve içimi bu güzelliğin gitgide kapladığını hissediyordum. Aradan yaklaşık bir buçuk hafta geçmiş olacak ki üç gün üst üste göremedim onu. Bu ufacık köyden başka yere gidecek değildi, oysaki burada en az dört kardeşiyle birlikte hangi evde oturduğunu dahi biliyor, köyden ayrılmadıklarını eve girip çıkan kardeşlerinden anlayabiliyordum. Canı dışarı çıkmak istemiyor belki de diye düşünüp döndüğümde bir türlü aklımdan çıkmadı.
Ve ertesi gün sabahın erken saatlerinde gittim köylerine, köy kahvesine oturup bekledim saatlerce. Kahveciye, hoşsohbet bir adam olsa da, o güzel kız çocuğunu sormanın uygunsuz olacağını düşündüğümden pek ilgilenmediğim bir sürü şeyden bahsettik. Kalkmadan evvel adama çocukları sevdiğimden ve köyün çocuklarının daha önceleri gördüğüm kadarıyla oldukça yaramaz ama bir o kadar da sevimli olduğundan bahsettim. O da teyit ettikten ve iyi günler merasimini bitirdikten sonra köyün girişinde, her zaman arabamı park ettiğim yere yönelerek henüz bir kaçı evlerinden çıkmış olan çocukların gündelik oyunlarına başlamasını bekledim. Bugün, hiçbir köylünün gelip de rahatsızlığını dile getirmesinden çekinecek halde değildim. Onu dört gündür görmemiş olmanın verdiği tedirginlikle bekliyor, bekliyordum.
Bunun nereye kadar devam edeceğini kendime kendime defalarca sormuş olsam da şimdilik sadece onun varlığına dair ufak bir kanıt bekliyordum. Üç kardeşi evden çıktığında umutlanmış, arkalarından o çıkmayınca telaşlanmıştım. Bir süre daha bekledikten sonra dördüncü kardeşi de evden çıktı, ondan daha küçük yaştaydı ve arabamın yanından geçerken ablasının pembe tişörtünü ve yıpranmış kotunu giymiş olduğunu üzülerek gördüm. Korkarak ayaklarına baktığımda onun sandaletlerini gördüğüm an zihnime doluşan o korkunç fikirlerle birlikte şakaklarıma saplanan ağrıyla arabadan fırladım.
Çocuk durmuş bana bakıyor, neden bu kadar ani hareketlerle üzerine geldiğimi anlamaya çalışıyordu. Olduğu yerden kıpırdamama cesaretini gösterecek kadar buralı, ürkek gözleriyle her an yanlış bir hareket yapıp yapmayacağımı bekleyerek izleyecek kadar çocuktu. Kısacası tam anlamıyla bir köy çocuğuydu, burası ona aitti ve her ne kadar daha önce beni defalarca görmüş olsa da bir yabancıydım.
Oldukça yakınında durdum ve çömeldim. Bu halde bile ondan uzun oluşum üzerinde hiçbir etki yaratmamıştı. Hala bana bakıyor, merak ediyordu.
- Ablanın mı?
Hiçbir cevap vermeden öylece bakmaya devam etti ve ben de açıklama ihtiyacı hissederek sorumu daha açık bir şekilde sormadan evvel daha sıradan bir soru yönelttim. Oysa ki ablasının nerede olduğunu sormak için yanıp tutuşuyordum.
- Kaç yaşındasın?
- Bilmiyorum.
- Üç?
- Bilmem.
Gerçekten bilmiyordu, bilmediğini söylerken sağ elinin parmaklarıyla oynadı belli belirsiz, önce iki tanesini açtı, sonra bir tane daha. Belli ki öğretmeye çalışmışlardı kaç yaşında olduğunu, en azından parmak hesabıyla yaşını bilsin istemişlerdi; ama o önce iki parmağını açacağı, sonra üç parmağını açacağı söylendiğinde yaşının sürekli değişimine ayak uydurabilecek olgunlukta olmadığına karar vererek bilmekten vazgeçmişti.
Merakla yüzüme bakmayı sürdürünce,
- Üzerindeki giysiler ve ayakkabıların ablana mı ait?
Sadece kafa sallamakla yetindi ve ben esas soruma seçmeden evvel az da olsa çocuğun güvenini sağlamaya çalıştım?
- Ablan mı verdi o giysileri sana?
- Annem verdi.
- Senin giysilerine ne oldu?
- Ali büyüyünce giyecek. Duruyor.
- Ali küçük kardeşin mi?
Tekrardan kafa salladı ve ben artık daha fazla bekleyemedim:
- Ablan nerede peki?
- Bilmiyorum.
- Evde değil mi yani?
- Bilmiyorum.
- Nasıl bilmezsin?
- Yok.
Ve bu cevapla, üzerine doğru yürüyen kocaman adama, bana, tüm cesaretiyle bakan ve kaçmayacak yürekliliği gösteren çocuk geriye doğru birkaç adım attı. Sözcükleri toparlamaya çalışırcasına dudaklarını kıpırdatırken içimi bir korku sardı. Sonunda,
- Annem gittiğini söyledi, dedi.
Koşarak köyün içlerine doğru kaçtığında arkasından bakmaktan başka elimden hiçbir şey gelmedi. Ablasının giysileriyle adeta O’ydu ve koşarak benden uzaklaşıyordu. Dönmeyecekti.
Gönderen fortunato zaman: 7/19/2009 12:42:00 ÖÖ 0 yorum
Gemide ve Azize: Bir Laleli Hikayesi
17 Temmuz 2009 Cuma
İzler izlemez bahsetmek istedim bu iki filmden ama neredeyse iki hafta oluyor ve ben onlar hakkında hiçbir şey yazmamış olmaktan rahatsızlık duyuyorum. Denemediğimden değil oysaki... Sanırım bununla ilgili söyleyebileceğim yegane şey, bu iki filmin de alabildiğine yalın ve doğal oluşu; öyle ki haklarında yazmaya çalıştığım bir sürü giriş cümlesini gözümü kırpmadan silmemin sebebi de cümlelerimin bu yalınlıkla uyuşmuyor olmalarıdır herhalde. Hikayeden bahsetmeye zaten niyetim yoktu, sevgili okur, zira ben de filmleri izlemeden evvel hikaye hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Hatta yalnızca üç şey vardı bildiğim haklarında ki hikayeden tamamen bağımsızdılar: Erkan Can'ın oynadığı, Gemide'nin yönetmeninin Barda'dan tanıdığımız Serdar Akar olduğu ve bu ikisinin kardeş filmler sayılabileceği.
İzlediğim Türk filmleri arasında isimlerini hafızama kazıdığım sayılı filmden ikisi oluveriyorlar yine de, biri de değil üstelik, her halükarda birini diğerinden ayrı düşünemiyor olsam da neticede iki ayrı filmler. Ve evet, sadece isimleri ile belli başlı özelliklerini aklımda tutuyorum; çünkü biliyorum ki diğer ayrıntıları zamanla silinecek belleğimden, ama belki de bu yeniden izleyip tekrar aynı tadı almamı ve belki de daha fazlasını müjdeliyor olabilir, belli mi olur?! Son olaraksa, Erkan Can'ın oyunculuğunun gerçekten takdire şayan olduğunu ve kendisine müthiş saygı duyduğumu belirtmek istiyorum. Bahsetmek istediğim çok şey var, ama filmi izlerken hayret edeceğiniz diyologlardan, karakterlerin ayrıntı gibi gözüken iç karmaşalarından ve bunların aslında ne kadar ciddi olduğundan örneklerle bahsedip hikaye hakkında ipuçları vermek istemiyorum. Edinilmeli, izlenmeli.
Gönderen fortunato zaman: 7/17/2009 04:40:00 ÖÖ 0 yorum
Ölümün Arifesinde
11 Temmuz 2009 Cumartesi
Benim parmaklarım, yüzümün devamıdır
Ellerimse tanrı'nın varlığına delil
Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşar, hiç yaşamamış gibi ölürüz
Bize ihanet edenlerden, ölerek intikam alırız
Ben ki her saniyemi, son anım gibi yaşıyorum
Yani muamma değil artık benim için ölüm
Eğer buraya sığamıyorsam
Ya göğe çekilir, ya toprağa gömülürüm
Ben öldüğümde
Sana verdiğim kolye parlayacak
Bir fotoğraf alev alacak, bir kuş havalanacak
Yere düşürdüğün kitaptan etrafa sözcükler saçılacak
Bozkırda babasının sırrı bir oğul doğacak
Ben öldüğümde
Bu Venedik bayramı son bulacak
Gece Üsküdar vapurunda sur üflendi
Paşakapı duygulu bir cezaevidir, her an kendini ateşe verebilir
Çünkü kapıaltında bir çocuk bilir çıkınca öleceğini
Bir çocuk yalnızca kafiyeye düşmandır, dünyada kötülük bitmiş gibi
Benimse ellerimi sudaki yıldız aksi yakabilir
Ve her söylediğim, kimsenin açamayacağı bir vasiyettir.
Alper Çeker (KAL '94)
Gönderen fortunato zaman: 7/11/2009 03:15:00 ÖÖ 0 yorum
Küçük
8 Temmuz 2009 Çarşamba
Rengârenk elbiseler, gömlekler; sarı saçlar, kızıllar, kahverengiler, beyazlar… İnsan kalabalığını izliyorum, oturuyorum, sıkılıyorum. Daha doğrusu, daralıyorum. Sıcaktandır diye düşünüyorum. Kışı hayal ediyor, hayalimde yağmuru ve ürperten rüzgarı yaşıyorum. Öyle de daralıyorum, değişen bir şey olmuyor. Oturuyor ve o kalabalığa bakıp sıcak ya da soğuğun hiçbir şeyi değiştirmediğini bilerek izliyorum. Usulca.
Küçük, sarışın bir kız çocuğu çekti dikkatimi sonraları. Annesi ile oturuyordu, aynı masada karşısında oturan turuncu sakallı adama gülümsedi. Kibardı. Adam babası olsa gerek, ya da dayısı belki… Masadaki güneş gözlüğüyle oynarmış gibi yaptı ufaklık, belli etmeden elini masanın karşısına doğru uzatıyordu hafif hafif. Anladım. Adama, tutsana, dedim, tutsana o küçücük masum eli. Tutmadı. Kız hala bekliyordu, umutla bekliyor kaçamak bakışlar atıyordu adama. O ise bir sigara yaktı. Ah, dedim, neden? Kız elini çeker gibi oldu hayal kırıklığıyla, işte o an adam tuttu o bembeyaz eli. Gülümsedi küçük. Ne de kibardı! Ve dönüp parlayan gözleriyle bana baktı, başarmıştı. Bakmaya devam edemedim, kaçırdım gözlerimi itinayla. O sırada, birkaç masa ötemde oturan genç kadını fark ettim, sandalyesinden kalkıyordu yavaşça, aksayarak yürüdü utana sıkıla. Sakattı bir bacağı, Üzüldüm, bakamadım daha fazla.
Kafamı yükseklere kaldırdım, daralıyordum hala. Ahşaptı çatısı binanın, gökyüzünü örtüyordu belli belirsiz. Kim bilir ne kadar eskiydi, diye düşünürken başka bir küçük kız çocuğunun sesiyle irkildim. Yanı başımda durmuş nefesi yettiğince parka gitmek istediğini anlatıyordu anneannesine. Kafasının iki yanından örgüleri sarkıyordu. Kibar değildi o.
Gönderen fortunato zaman: 7/08/2009 09:47:00 ÖS 0 yorum
Yağmurla Uyanan...
Kadıköy soğuktur, yalnızdır sabahın erken saatlerinde. Yeni güne uyanmış insanlar telaşla rıhtıma koşarken, içinde yüzlerce insanla o tanıdık vapur iskeleye yanaşırken, birkaç dakikalık bir kahvaltıya zaman ayırabilecek olanlar ellerinde ‘ücretsiz’ gazeteleriyle çarşıya doğru ilerlerken, evet, yalnızdır. Çalışanlar, okuyanlar… Sabahları sadece zorunluluktan gelir insanlar, çoğu öylece geçip gider.
Neredeyse her sabah bu böyledir, fakat bunu kendisi de kabullenmiş olacak ki sabahları yaşamın karmaşasına kapılıp giden bu insanları öğleden sonra tüm kalbiyle karşılar, onlara içtenlikle gülümser güzeller güzeli Kadıköy.
Ve ben kendimi, Kadıköy’ün sokaklarında, yağmurla uyanan bir günün henüz aydınlanan göğüne bakarken buldum bu sabah. Ellerim ceplerimde; gözlük camlarımı ıslatan yağmur damlalarına inat yüzüm göğe dönükken aklımdaki sayamayacağım kadar çok düşüncenin arasında itinayla burada olma nedenimi aradıysam da bulamadım.
Bir semt, kendi kendine benim için bir gelecek hazırlamıştı adeta. Basit ya da sıradan bir semtten bahsetmediğimin farkındayım, ama hey, nihayetinde bahsi geçen şeyin bir şehir, hata bir ülke olması hiçbir fark yaratmaz; bu tamamen sıra dışı bir durum.
...
Gönderen fortunato zaman: 7/08/2009 01:09:00 ÖÖ 0 yorum
O Sabah
3 Temmuz 2009 Cuma
Eski, ahşap binadan çıktığım o sabah, temmuz ayının ilk günüydü. Güneş, gözleri kamaştırarak gölgelere meydan okuyor, sıcaklık her geçen dakika biraz daha artıyordu. Güneş gözlüğüm arabada kalmıştı, oysa arabamın yanından geçtiğimin farkına dahi varmadan ağır aksak adımlarımla ilerlemeye devam ediyordum.
Boş elimle boğazımı sıkan kravatı çekiştirdim, beceriksizce gömleğimin üst iki düğmesini açtım. Diğer elimde artık onunla ne yapacağımı bilmediğim sarı zarfı taşıyordum.
Yürüdüğüm yol gittikçe artan bir eğimle uzuyordu. Yokuş çıktığımın farkınaysa yanaklarımdan süzülen ter damlaları sayesinde vardım. Ne kadar yürüdüm, nereye vardım bilemiyordum; dolayısıyla arabadan ne kadar uzaklaştığımı da kestiremedim. Geriye dönüp metrelerce önce yürümüş olduğumu varsaydığım yola baktım. Bir elimi gözüme siper ettiğimde, yolun çok gerilerde eğimlendiğini gördüm. Diğeriyle de artık iyice ağırlaşmış olan kravatı tamamen boynumdan çıkardım. Bir elim güneşe siper, diğeri ise kravatı tutar haldeyken zarfı kaybettiğim gerçeği zihnimde beliriverdi. Saatime baktım, öğlen olmuştu.
Denize çok uzaktım. Nazım Hikmet gibi, denize dönmek istiyorum, denize dönmek istiyorum, dedim sessizce. Engin sulara bakıp maviliğin hayali kokusunu içime çekmeyi düşledim. Öğlenin acımasız sıcağına inat, o taş kaldırımın ortasında durup deniz kıyısındaki yağmurun huzurunu istedim. İstemek faydasızdı, o sabah öğrendim. İstemek faydasızdı, çok uzaktım.
Dakikalar ben takip edemeden akarken geldiğimi düşündüğüm yoldan geri dönüyordum. Bir ara, kaldırımın kenarında denge oyunu oynadım. Kollarımı hafifçe iki yana açıp her birkaç adımda farklı taraftakine ağırlık verdim. Başta iyi gittiyse de, dengede kalmak gittikçe zorlaşıyordu. Ve… Kaybettim.
Hemen oracıktaki bahçe duvarına oturup dönen başıma biraz zaman tanıdım. Ben kaybetmeyi hak etmedim. Kaybetmeyi düşündüm. Hak etmemeyi düşündüm. Tüm sabahı düşündüm. Ahşap binaya attığım ilk adımla tahtaların gıcırtısına alışan zihnimin, bu baskıya alışması mümkün değildi. Merdivenlerden hemen sonraki ilk kapıdan geniş salona girmeden evvel zarfımın içerisine tekrar göz attım. Herhalde on defa kontrol etmişimdir, buna rağmen hazır hissetmem pek olası değildi. Kravatımı düzelttim, ceketimin düğmesini iliklemeyi ihmal etmeyip ardından derin bir nefes aldım.
Tüm sabahı o bahçe duvarında oturduğum esnada tekrar yaşamam gerekiyordu, belki de bu bile kabullenmeme yetmeyecekti. Yapmam gerektiği için yaptım, yarı aralık salonun kapısından içeri girdim ve büyük maun masanın olduğu tarafa yöneldim. Ahşabın üzerindeki kahverengi halı, kızıla çalan koyu kahverengi masaya dek uzanıyordu. Odaya yaklaştığımı ele veren gıcırtılar, kapıya bakmayan birisi için odaya girmiş olduğumu açıkça belli ediyordu artık.
O an, kalbimin gürültüsüyle kulaklarım nasıl uğuldadıysa, aynı uğultuyla bir anda ahşap odadan üzerinde oturduğum taş duvara döndüm. Başım dönmeye devam ediyor ve nispeten serin duvar, üzerine uzanmam için beni kışkırtıyordu. Böylece ayağa kalkıp birkaç saniye ne tarafa yürümem gerektiğini anımsamaya çalıştım, gelmiş olduğum tarafa yöneldim sonrasında. Sayılı adımın ardından duvara geri dönüp bırakmış olduğum kravatı alarak gelişigüzel cebime soktum. Maun masayla aynı renkti, ama fark etmedim.
Dönüş yolumun yanlış olduğunu düşündüğüm halde umursamıyordum. Dizlerim yorgunluk belirtileri gösteriyor, adımlarım gittikçe bilinçsizleşiyordu ki kaldırımın kenarına düşürülmüş saman sarısı zarfı şaşırarak fark ettim. Eğilerek, doğru yolda olduğumu kanıtlayan zarfımı yerden aldım. İçerisine tekrar bir göz attım. Ahşap binanın uçuk vernik kokusunu duyar gibi oldum birden, yarı aralık salonun kapısını gördüm. Kravatımı düzeltmeye ve ceketimin düğmesini iliklemeye yeltendim, fakat ne kravat takmış, ne de ceket giymiş olduğumu gördüm. Derin bir nefes aldım.
Yarı aralık salonun kapısından içeri girdiğim ve büyük maun masanın olduğu tarafa yöneldiğim esnada, taktığımı sandığım fakat az önce yerinde olmadığını fark ettiğim kravatla masanın aynı renk, kızıla çalan koyu kahverengi, olduğunu düşündüm. Tuhaftı, lâkin üstünde durmadım. Ahşabın üzerindeki kahverengi halı, maun masaya dek uzanıyordu.
Ahşap döşemeden halıya geçerken tereddüt etmem boşuna değildi. Halıya attığım ilk adımla, tüm bir sene kendimi yüreklendirmiş olduğum konuşma yerini gerçekleşmek üzere olan konuşmaya bırakacaktı. Adımı attım ve gözlerimi masanın hemen yanında camdan dışarıyı izlemeye koyulmuş takım elbiseli adama sabitledim. Gizli bir şey yapan ürkek bir çocuk gibi sessiz ve yavaş hareket ediyordum. Oysa o yıllardır duymadığım sesin sahibi geldiğimin farkındaydı: “Yukarı çıkman çok uzun sürdü, birkaç yılda yaşlanmış olamazsın.”
Nefesim kesildi. Bana doğru döndüğünde yalnızca “On iki yıl oldu,” diyebildim, ardından iki elimle birden önümde sıkıca tuttuğum zarfa eğildi bakışlarım, “on iki yıl.” diye kendi kendime tamamladı zihnim.
Zarfı elimden kaldırıma düşürdüğümde bayılmak üzereydim. Güneş tüm gücümü çalmıştı sanki ve her zamankinden daha şiddetli ışıyordu. Saat üçe geliyordu ve ben üzerinde durduğum kaldırımı güneşin parlaklığından zar zor seçiyordum. Koktum. Kendimi kaybediyordum.
Olabildiğince dikkatli bir şekilde eğilerek ayaklarımın hemen önündeki zarfı yerden aldım, ne var ki sendelemeden doğrulamadım. Kaldırıma uzanmak istedim, biraz dinlenmek… Uzanıverse gövdem, taşlara boydan boya! diye döndü kafamın içinde Necip Fazıl, gerisini hatırlayamasam da biraz olsun güç bulmuştu zihnim gerçeğe tutunarak ve iyiden iyiye bir sarhoş gibi ayaklarım birbirine dolaşarak benim olduğunu umduğum o arabaya dek ilerledim. Anahtarın cebimde olduğunu hatırlamam için birkaç sıcak dakikanın daha geçmesi gerekse de sonunda ayakta durmanın zulmünden kurtulmuş, beceriksizce klimayı açmaya çalışıyordum. Ardından kendimden geçmiş olmalıyım ki tekrar takım elbiseli adamın karşısında, adeta onun bakışlarının hapsindeydim.
Kafamı kaldırmaya cesaret bulmam kolay olmadı. Gözlerimi gözlerine diktiğimde yılların onu ne kadar yıpratmış olduğunu çarpıcı bir şekilde fark ettim. Oysa gözlerimin derinliklerine odaklanmış gözleri eskisinden de kudretliydi. Siyaha öyle yakındı ki o karanlıkta kaybolmamak için bakışlarımı omzuna kaydırdım. Tek bir kelime daha etmedi, tüm o sessizlik benim konuşmamla bozulmak zorundaydı. Biliyor, bekliyordum.
Kurumuş dudaklarımı konuşmak üzere araladım, fakat herhangi bir kelimeye dönüşemedi sesim. Oysaki tek yapmam gereken, uzunca bir zaman çalıştığım ve kendi kendime defalarca tekrarladığım o birkaç cümlelik konuşmaydı. Sanki sadece oydu. Asırlar geçti, yapamadım.
Arkama döndüm vazgeçerek, bir anda verilmiş saçma bir karardı ama onun “Bekle!” diyen sesi kadar keskin ve karşı konulmazdı. Durdum. Sadece saniyeler süresince bu komuta itaat ettim ve sonrasında hayatımda ikinci defa ona karşı geldim. Tüm hayatım boyunca ikinci defa ve öz babamın sözlerine dahi yüzlerce defa karşı durmuştum. O takım elbiseli, ufak tefek adam sadece çocukluk arkadaşımın, tek dostumun babası değil, hayatımda saygı duyduğum her şeyin timsaliydi. Gözümü onla açıp kapıyordum, en derin saygının verdiği tatminle doluydum.
Oysa şimdi, oğluyla, kardeşimden daha yakın saydığım dostumla bu şehirden kaçıp gideli neredeyse on iki yıl oluyordu ve ben bu on iki yılın her ayı, her günü, hatta her dakikası onun sözüne karşı gelmenin pişmanlığıyla yaşadım. Pişmanlığım saygımı büyütüyor, yüceltiyor ve gittikçe daha da soyutlaştırıyor gibiydi.
Tüm bunları düşünerek, ağır ağır çıktığım merdivenlerden koşarcasına inip o yorgun basamakların ayaklarımın altındaki isyanını görmezden gelerek ahşap binadan fırladım.
O sabah, temmuz ayının ilk günüydü. Ve ben hayatımın geri kalanına “Oğlun artık yaşamıyor,” diye haykırdım, ona çocukluğunda armağan ettiği o kol saatinin tam bir yıl öncesini gösterdiğini düşündüm. Zaman öylece durmuştu adeta ve ben ağır aksak adımlarla yürüyordum, arabamın yanından geçtiğimin farkına dahi varmadım.
Gönderen fortunato zaman: 7/03/2009 10:45:00 ÖS 0 yorum
Bir film: Krabat!
20 Haziran 2009 Cumartesi
Krabat, Alman yapımı fantastik bir drama. Film her yıl yeniden gençliğine kavuşabilmek adına çıraklarından birini 'karanlığa' yollayan ve karşılığında gücünü yeniden kazanan bir değirmen ustasının, çırak olarak sahip olduğu genç adamların hayatlarına nasıl hükmettiğini trajik bir şekilde anlatıyor. Değirmen ustasının karabüyü ile olan ilgisi dolayısı ile tüm çıraklarının karabüyü ile hapsedilmiş özgürlükleri, değirmenden bir kaçışın mümkün olamayacağı gerçeği her yıl hayatta kalıp kalmama bilinmezliği ile iyice zorlanıyor. Bu değirmenden tek çıkış yolu sevgilinin yılbaşından bir gün önce gelip sevdiği çırağın özgürlüğünü ustadan istemesi, sevdiği adamı seçip kurtarması ki çırağı tanıyabilmesi hiç de kolay sayılmaz.
Usta asla sevgilinin ismini öğrenmemeli.
Krabat, 2008
Gönderen fortunato zaman: 6/20/2009 01:00:00 ÖÖ 0 yorum
Birkaç Film...
19 Haziran 2009 Cuma
The Spirit: Frank Miller tarafından yönetilen bir çizgiroman uyarlaması olan The Spirit, hoş detaylar üzerine kurulu bir kahraman tanıma filmi. Spirit'in hikayesini onunla birlikte öğrenirken geçmişi ile bugününü ayrı ayrı tanıma fırsatı buluyoruz. Genel olarak sevdiğimi söyleyebilirim, fakat yine Frank Miller tarafından yönetilmiş olan Sin City yüzünden diğer çizgiroman uyarlamalarını gerektiği kadar sevebileceğimi düşünmüyorum.
Turtles Can Fly: Ben bu filmde çocukların oyunculuk yeteneklerinin zirvesini gördüm. Sınırda, ABD'nin kendilerine savaşa açmasını bekleyen Irak'ın bir köyünde günlük yaşamın tüm zorluklarını omuzlayan çocukların hikayesi, pamuk ipliğine bağlı yaşamları, acıları, ölümleri... Film geneline abartıya kaçmayan, özlü bir ilerleyiş hakim ve masumiyeti tüm içtenliğiyle görüyorsunuz, fakat bir film bitişinde insanın nutku ancak bu kadar tutulabilir diyorum ve kesinlikle sarsıcı bir film olan Turtles Can Fly şiddetle tavsiye ediyorum.
Blindness: Kitabını okumadan izlediğim bu uyarlama film merak ettiğime değecek fakat daha fazlasını vermeyecek düzeydeymiş, ki filmi zihnime kazımak dururken filmine olan merakım kitabına yöneliyor Blindness'ın. Yavaş ilerleyip hızlı bitmesi dışında söyleyebileceğim yine de izlenmesi gereken filmlerden olduğudur.
Palermo Shooting: Son olaraksa bahsedeceğim, Filmekimi'nde gitmek istediğim iki filmden biri olmasına rağmen gidemediğim ve ancak şimdi izleme fırsatı bulduğum Palermo Shooting, fotoğraf makinası elinden düşmeyen Finn'in Palermo'da kendine bir çıkış yolu bulmaya çalışmasını anlatan fantastik öğeleri ve gündüzdüşleri ile oldukça hoşuma giden bir film oldu. Tüm olup biten sonlandığında ise izleyici kendine göre yorumlayabileceği pek çok şey buluyor.
Gönderen fortunato zaman: 6/19/2009 04:23:00 ÖÖ 0 yorum
Siz haklısınız...
12 Nisan 2009 Pazar
Siz haklısınız,
ben ölümümden sonra hiçbir zaman
cüret edemedim aynaya bakmaya
ve o kadar ölüyüm ki,
hiçbir şey ispatlamıyor artık ölümümü.
Furug Ferruhzad
Gönderen fortunato zaman: 4/12/2009 09:03:00 ÖS 0 yorum