Yakınlardaki bir kasabaya aylık tatilim için gelmiş, bugün de civardaki köylere bir göz atma niyetiyle dolaşmaya karar vermiştim. Birkaç köyü dolaştıktan sonra sıcaktan yorulduğumdan, bu oldukça ufak köyde, arabamın içinde oturmuş dinleniyordum.
Bir avuç çocuk, köyün içlerine doğru kıvrıldığını tahmin ettiğim yolda gelişigüzel koşturup duruyordu. Belli ki buradan pek sık araba geçmezdi ve onlar yolun ortasında oynarken oldukça rahattılar. Vurdumduymaz ifadeleri ve derbeder kılıklarıyla buraya ait olduklarını açıkça belli ediyorlardı.
Kimisi arabamın yanından geçerken farklı bir yüz görmenin hayretiyle beni inceliyor, kimisi de ürkek bakışlarını bana yöneltmekten çekiniyordu. En büyükleri 12 yaşında olsa, en küçükleri yürümeyi henüz öğrenmiş olmalıydı. Ama burada, bu toz torağın arasında oynarken, hepsi yaşıt sayılıyordu. Hepsinin üzerinde yaşça büyük kardeşlerine artık ufak gelen giysiler vardı, kimisinin ayağı yalın, kimisinin pantolonu delikti. Onlar çocuk kaldığı sürece, bunların hiçbir önemi yoktu.
Dakikalarca orada oturduktan sonra bu manzaraya alıştığımda, tüm bu çocuk kalabalığı can sıkıcı bir hal aldı. Koltuğumu geriye doğru yatırıp biraz kestirmek niyetiyle elimi arabanın kapısı ile koltuğun arasındaki kola doğru uzattığım esnada, arabamın açık camına oldukça yakın mesafeden geçen ufak bir çocuğu görüverdim. Tam ben onu gördüğümde, o da başını bir yabancı olan beni incelemek için çevirdi ve göz göze geldik.
Hâlihazırda arabanın kapısına doğru tuhaf bir açıyla eğilmiş olan yüzüm, o ufak yüzü neredeyse yarım metre mesafeden izledi. Yok denecek kadar kısa kesilmiş saçlarıyla dört yaşlarında bir erkek çocuğunu andırsa da, kulaklarında belli belirsiz parıldayan zarif küpeleri ve saf güzelliğini çocukluk maskesinin ardına saklayan o pırıl pırıl yüzü haricinde, gözlerime bir anlığına kenetlenmiş müthiş gözleri, kız çocuğu olduğunu ele veriyordu. O yıpranmış kotu, pembe tişörtü, sandaletleri ve hafif esmer teniyle diğer çocuklardan farksız görünüyor olsa da; yeni tıraşlı saçları, pürüzsüz çehresi ve yakut gözleriyle kendini zihnime kazımıştı.
Bu sapkınlık, ahlaksızlık olarak düşünülecek bir durum değil elbette. Salt güzelliğe duyulan saygıyla karışık ilgiden başka bir şey değil. Bu yüzdendir ki ben sonraki gün, bir sonraki gün, iki sonraki gün ve takip eden diğer günlerde yalnızca bu küçük kız çocuğunu görmek için bu köye gelir oldum. Neredeyse tüm çocuklar bana alışmış olsa da en büyük çekincem köy sakinlerinin röntgenci olduğumu yahut daha başka art niyetlerle her gün burada durduğumu düşünmesiydi. Bu sebeple ziyaretlerimi mümkün olduğunca kısa tutuyor, bazense yoldan oldukça yavaş geçerek gözlerimle onu arıyor ve bulamazsam hiç beklemiyordum.
Gel zaman git zaman, günlerce izledim onu. Yalnızca izledim ve içimi bu güzelliğin gitgide kapladığını hissediyordum. Aradan yaklaşık bir buçuk hafta geçmiş olacak ki üç gün üst üste göremedim onu. Bu ufacık köyden başka yere gidecek değildi, oysaki burada en az dört kardeşiyle birlikte hangi evde oturduğunu dahi biliyor, köyden ayrılmadıklarını eve girip çıkan kardeşlerinden anlayabiliyordum. Canı dışarı çıkmak istemiyor belki de diye düşünüp döndüğümde bir türlü aklımdan çıkmadı.
Ve ertesi gün sabahın erken saatlerinde gittim köylerine, köy kahvesine oturup bekledim saatlerce. Kahveciye, hoşsohbet bir adam olsa da, o güzel kız çocuğunu sormanın uygunsuz olacağını düşündüğümden pek ilgilenmediğim bir sürü şeyden bahsettik. Kalkmadan evvel adama çocukları sevdiğimden ve köyün çocuklarının daha önceleri gördüğüm kadarıyla oldukça yaramaz ama bir o kadar da sevimli olduğundan bahsettim. O da teyit ettikten ve iyi günler merasimini bitirdikten sonra köyün girişinde, her zaman arabamı park ettiğim yere yönelerek henüz bir kaçı evlerinden çıkmış olan çocukların gündelik oyunlarına başlamasını bekledim. Bugün, hiçbir köylünün gelip de rahatsızlığını dile getirmesinden çekinecek halde değildim. Onu dört gündür görmemiş olmanın verdiği tedirginlikle bekliyor, bekliyordum.
Bunun nereye kadar devam edeceğini kendime kendime defalarca sormuş olsam da şimdilik sadece onun varlığına dair ufak bir kanıt bekliyordum. Üç kardeşi evden çıktığında umutlanmış, arkalarından o çıkmayınca telaşlanmıştım. Bir süre daha bekledikten sonra dördüncü kardeşi de evden çıktı, ondan daha küçük yaştaydı ve arabamın yanından geçerken ablasının pembe tişörtünü ve yıpranmış kotunu giymiş olduğunu üzülerek gördüm. Korkarak ayaklarına baktığımda onun sandaletlerini gördüğüm an zihnime doluşan o korkunç fikirlerle birlikte şakaklarıma saplanan ağrıyla arabadan fırladım.
Çocuk durmuş bana bakıyor, neden bu kadar ani hareketlerle üzerine geldiğimi anlamaya çalışıyordu. Olduğu yerden kıpırdamama cesaretini gösterecek kadar buralı, ürkek gözleriyle her an yanlış bir hareket yapıp yapmayacağımı bekleyerek izleyecek kadar çocuktu. Kısacası tam anlamıyla bir köy çocuğuydu, burası ona aitti ve her ne kadar daha önce beni defalarca görmüş olsa da bir yabancıydım.
Oldukça yakınında durdum ve çömeldim. Bu halde bile ondan uzun oluşum üzerinde hiçbir etki yaratmamıştı. Hala bana bakıyor, merak ediyordu.
- Ablanın mı?
Hiçbir cevap vermeden öylece bakmaya devam etti ve ben de açıklama ihtiyacı hissederek sorumu daha açık bir şekilde sormadan evvel daha sıradan bir soru yönelttim. Oysa ki ablasının nerede olduğunu sormak için yanıp tutuşuyordum.
- Kaç yaşındasın?
- Bilmiyorum.
- Üç?
- Bilmem.
Gerçekten bilmiyordu, bilmediğini söylerken sağ elinin parmaklarıyla oynadı belli belirsiz, önce iki tanesini açtı, sonra bir tane daha. Belli ki öğretmeye çalışmışlardı kaç yaşında olduğunu, en azından parmak hesabıyla yaşını bilsin istemişlerdi; ama o önce iki parmağını açacağı, sonra üç parmağını açacağı söylendiğinde yaşının sürekli değişimine ayak uydurabilecek olgunlukta olmadığına karar vererek bilmekten vazgeçmişti.
Merakla yüzüme bakmayı sürdürünce,
- Üzerindeki giysiler ve ayakkabıların ablana mı ait?
Sadece kafa sallamakla yetindi ve ben esas soruma seçmeden evvel az da olsa çocuğun güvenini sağlamaya çalıştım?
- Ablan mı verdi o giysileri sana?
- Annem verdi.
- Senin giysilerine ne oldu?
- Ali büyüyünce giyecek. Duruyor.
- Ali küçük kardeşin mi?
Tekrardan kafa salladı ve ben artık daha fazla bekleyemedim:
- Ablan nerede peki?
- Bilmiyorum.
- Evde değil mi yani?
- Bilmiyorum.
- Nasıl bilmezsin?
- Yok.
Ve bu cevapla, üzerine doğru yürüyen kocaman adama, bana, tüm cesaretiyle bakan ve kaçmayacak yürekliliği gösteren çocuk geriye doğru birkaç adım attı. Sözcükleri toparlamaya çalışırcasına dudaklarını kıpırdatırken içimi bir korku sardı. Sonunda,
- Annem gittiğini söyledi, dedi.
Koşarak köyün içlerine doğru kaçtığında arkasından bakmaktan başka elimden hiçbir şey gelmedi. Ablasının giysileriyle adeta O’ydu ve koşarak benden uzaklaşıyordu. Dönmeyecekti.
Kız Çocuğu
19 Temmuz 2009 Pazar
Gönderen fortunato zaman: 7/19/2009 12:42:00 ÖÖ
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
0 yorum:
Yorum Gönder