Demir parmaklıklı kapıdan geçerken polarımın şapkasını kafama geçiriyorum. Hava soğuk, montumun fermuarını göğsüme kadar çekip ellerimi ceplerime sokarak ağır adımlarla sarı-yeşil binaya doğru yürüyorum. Benim onu her gün görmek istemediğim zamanlarda dahi beni içtenlikle karşılamış olduğunu hatırlıyorum, yine öyle karşılıyor ve ben o zamanların pişmanlığını duyuyorum.
Binanın ön kapısı açık. İçeride oyalanmadan arka kapıdan çıktıktan sonra önümde uzanan merdivenlerden iniyorum, bundan birkaç yıl evvel bir haziran günü, yüzlerce tanıdık yüzün doldurduğu bu tören alanına nasıl indiysem şimdi de öyle iniyorum. Tek fark, şu anda çevremde o kalabalığın olmayışı. O gün gülen yüzlerin sırayla konuşma yaptığı kürsü şu an boş ve ben önünden geçerken o yüzler hala ordaymışçasına dönüp bakıyorum. Biraz ileride, hemen sol yanımdaki stüdyonun kapalı kapısının ardında kimlerin olabileceğini düşünüyorum sonra... Aklımda bir sürü yüz daha gülümsüyor, yürümeye devam ediyorum. Ve birkaç adım geçmiyor ki karşımda çamlığı buluyorum. Çocuklar gibi seviniyorum.
Çamlığın denize bakan tarafında, aynı hizada sıralanmış birbirinden uzak üç yalnız bank var. Sağdakini seçip oturuyorum. Denizi sağıma alıp yüzümü çamlığa dönerek ayaklarımı banka boylu boyunca uzattığımda kar taneleri usulca uçuşmaya başlıyor havada. Ellerimi ceplerimin derinlerine sokuyorum. Tanıdık anılar ceplerimin derinliklerinden çıkarak birer birer kar tanelerine sarılıp onlarla uçuşuyor.
Birkaç genç koşar adımlarla çamlıkla stüdyo arasına geliyor, duruyor. Üstlerinde yalnızca gömlek ve polar olduğunu görüyorum, üşüyorlar. İçlerinden biri bana oldukça benziyor. “Bu havada, deli mi..?” diye başlayan sorusunu duyar gibi oluyorum, sonunu biliyorum. Gülüyorlar. Çamlığa bir göz atıp arkadaşlarına yukarıyı işaret ediyor ve merdivenleri çıkarak kantinin sıcağına sığınıyorlar.
O gördüğümün gerçekten ben olup olmadığımdan şüphelenirken fark ediveriyorum: Geçmişte ve dahi gelecekte olmuş ya da olacak olan ben, şimdiki ben değil de nedir? Ve ardından, geçip giden zamanla birlikte her şeyin üzeri ince bir kar örtüsüyle kaplandığında, yaşanmamış anıları anımsayarak üzülüyorum. Onlar da en az tanıdık anılarım kadar benden birer parça değil midir? Hatta kimi zaman, ben onlardan ibaret değil miyim?
Kimi zaman…
Epeyce sonra, bana benzeyen genç geri dönüyor kantine çıktığı merdivenlerden, elinde dumanları tüten bir bardak ve yanında sarışın bir çocukla. Yoruluyorum aniden o bankta, onları merdivenlerden ağır ağır aşağı inerken gördüğümde. Oturduğum yerde aşağı doğru hafifçe kayıyorum, belki biraz uzanmak istiyorum. Bir yandan o iki genci izliyorum hala. Sarışın olan diğerinin koluna girmiş, konuştukları buradan duyulmuyor. Fazlasıyla yavaş yürümelerinin sebebi ne konuşmaya dalmış olmalarından, ne de soğuktan; onlar her zaman böyle yavaş yürürler birlikteyken. Omuzları ve saçları kar taneleriyle kaplanmış ve şimdi ikisinin saçları da beyazlamış görünüyor.
Hazırlık binasının arkasındaki yoldan yukarı çıkıyorlar, artık çamlığa sırtları dönük. Salt yorgunluktan kapıyorum gözlerimi, gözkapaklarıma ara sıra kar taneleri düşüyor, neden sonra solgun bir ışığın parıltısını duyuyorum. Kar taneleri havada güçsüz güneş ışığı ile parlayarak uçuşuyor artık. Ne kadar zayıf olsa da o yalancı sıcaklığı hissediyorum, belki sırf hissetmek isteğimdendir, bilinmez…
Baharda polenlerle, şimdi ise karla kaplı olan yoldan, aynı yavaş adımlarla geliyorlar. Merdivenlerin yukarısında bir kız görünüyor, aşağıya doğru sesleniyor:
—Yoklama alınmış Anıl, ama yok yazılmadık.
—Tamam, diyor sarışın olan, kız el sallayıp gidiyor.
—İyi bari, diyor, yok yazılmadık. Sizin ders neydi ki?
—Bilmem, diyor bana benzeyen genç.
—E yoklama?
—Alındı o, sizin ders boş olmasaydı gider uyurdum.
—Uyuma lan, sabahtan beri uyuyorsun zaten.
—Kitap da okudum, öyle deme.
—Senden önce bitirdim yine, çıkışta kitap alalım mı?
—Olur, oduncuya da gidelim sonra…
Gülüyorlar, uzaklaştıkça seslerini duyamaz oluyorum. Oduncunun anısından etrafa büyüleyici sandal ağacı tütsüsü kokuları yayılıyor, güneş kayboluyor usulca, ben de kalkıyorum. Anılarımı beceriksizce tekrar ceplerime dolduruyorum. Artık yaşanmışlarla yaşanmamışları ayıramıyorum. Derin bir iç çekip omuzlarımı silktikten sonra, o iki gencin geldiği polenli yoldan yürüyorum, benim de artık çamlığa sırtım dönük. Hemen sol yanımdaki stüdyonun kapalı kapısının ardında kimlerin olabileceğini düşünüyorum tekrar, dönüp çamlığa bakıyorum ardından, bir kez daha iç çekip uzaklaşmaya devam ediyorum oradan. Karla kaplanmış birkaç basamakta yalnızca iki ayak izi var ve şimdi üç oluyor.
Binanın içinden geçmektense yanından dolaşarak çıkıyorum ön bahçeye. Polarımın şapkasını kafamdan çıkarmak ve montumun fermuarını biraz açmak için ellerimi çıkarıyorum ceplerimden, o sırada belli belirsiz duyulan bir sesle bir şey düşüyor sanıyorum yere, belki de yalnızca ayaklarımın altında ezilen karın sesidir. Demir kapıyı görüyorum karşımda artık, iki genç çıkıyor o kapıdan. Biri sarışın, sırtında yeşil çantası var; öteki sanki bana benziyor, saçlarında karlar…
Demir parmaklıklı kapıdan geçerken polarımın şapkasını kafama geçiriyorum. Hava soğuk, montumun fermuarını göğsüme kadar çekip ellerimi ceplerime sokarak ağır adımlarla sarı-yeşil binaya doğru yürüyorum.
…
..
.
Çamlık
12 Ocak 2010 Salı
Gönderen fortunato zaman: 1/12/2010 01:17:00 ÖÖ 2 yorum
Mızıka
4 Ocak 2010 Pazartesi
...
Bu kente her gece yağmur yağıyor
Ve ben her gece yeniden ölüyorum
Bu tren oraya gidecek gizlemeyin
Ne derseniz deyin ben biniyorum.
Ataol Behramoğlu
Gönderen fortunato zaman: 1/04/2010 11:43:00 ÖS 0 yorum
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)