Denizi izliyorum. Günün son ışıkları üzerime düşerken yer yer sarı-turuncu parıldayan denizin yanı başındayım. Arada bağrışan martılar da olmasa tamamen yalnız hissederdim herhalde kendimi. Hâlbuki Aslı yanımda, güneş en tepede olduğu andan beri birlikteyiz. Şimdi batan güneşi izliyorum, o hala yanımda, ama biz birlikte susmayı seviyoruz ve konuşmadığında yalnızlaşıyor insan. Belki de salt bu yüzden martıları böylesine seviyorumdur.
Aslı’yı seviyorum. Herkesin arayıp da bulamadığı bir şeyi hiç korkmadan paylaşabildiğimiz için midir bilmem, varlığında da yokluğunda olduğu kadar özlerim onu. Biz sessizliği paylaşabiliyoruz, aynı sessizlik içinde yaşayabiliyoruz. İki ayrı uçta yalnızlaşabiliyor ve ortada tekrar birbirimize bağlanabiliyoruz. Ben denize bakar, martılarla göz göze gelirken nasıl da birbirimize bu kadar yakın ama uzak oluşumuzu düşünüyorum. Ben düşündükçe güneş biraz daha soluklaşıyor ve karanlık sessizliği bozduğunda:
—Gidelim artık, diyor.
Denizin kenarında usulca yürürken, hep öğlenleri ve akşamları sabırsızlıkla beklediğimi anlıyorum. Ben de böylesine rahat bir sessizliğin özlemini hep duyardım, ama bazı zamanlar sınırı aştığımızı da düşünmüyor değilim açıkçası. Bu yüzden sessizliğin bozulduğu anları bekleyişim sessizliğin efsunundan daha kuvvetli bir hal alıyor. Hala denizin kenarında el ele yürürken, o upuzun sessizlik anlarında yanında olduğumu unutup unutmadığımı merak ediyorum. Öğlenleri buluştuğumuzda boynuma sarılıp beni öptükten sonra çok geçmeden sessizliğin tutuşan ellerimize aldırmadan zihinlerimizi ayıracağının farkında olup olmadığını bilemiyorum. İşte, her şeyden çok, yanında olan varlığımdan haberdar oluşunu görebildiğimden bekliyorum hep öğlenleri ve akşamları.
Otobüs duraklarına neredeyse varıyoruz ve ben otobüs duraklarında kendimi huzurlu hissettiğimi keşfediyorum. Karanlık çöktüğünde, hava gündüze nispeten serinlediğinde, biraz daha sokuluyor yanıma. İtirazı olmaz zaten onunla durağa yürümeme ve birlikte bekleriz gelmesini otobüsün. İşte, şimdi de durağa varıyoruz ve otobüsün kapıları hemencecik açılıveriyor. Binmeden evvel bana sarılıyor ve gülümseyerek,
—Hoşça kal, diyor, yarına kadar özleyeceğim seni.
—Ben seni şu anda dahi özlüyorum, diyorum.
Öylesine doğru ki bu, gerçekliğini kabullenmem için dudağımı ısırmam gerekiyor. Gözlerime birkaç saniye daha bakıyor ve dönüp otobüse biniyor, bense hala parfümünün kokusunu alırken ardından bakıyor ve gidişini izliyorum. Kızıl saçlarının sırtında nasıl haylazca oynadığını, ela gözlerinin denizi izlerken nasıl da yemyeşil parıltılarla baktığını, yanaklarına gelişigüzel dağılmış çilleriyle yüzünün yumuşak hatlarını çok iyi biliyorum fakat incecik dudakları öpüşmediğimiz zamanlar haricinde çoğunlukla kapalı olduğu müddetçe bunları unutmamam için her akşam böyle ardından bakmam gerekeceği korkusuyla yüzleşiyorum. Otobüs hareket ediyor, Aslı kirli camın ötesinden el sallıyor, bu hep böyle olur. Ben de ona el sallıyorum. Gözlerinin içine bakarken ürperiyorum.
ξ
Ertesi gün, güneş en tepede yerini aldığında tiyatro binasının önünde onu bekliyorum. Bazen benden erken geldiği dahi olur, ama bugün değil. Bir saate yakın geç kaldığından telaşlanıyorum. Tiyatronun önünde, aklımda onlarca kötü fikirle ve bu fikirlerin hepsini zihnimden uzak tutma çabası içerisinde beklediğim o bir saat benim için sonsuzluğu karşılıyor. Zaman yalnızca bir kum saatinden ibaret. Akıp giden kum tanelerine engel olamıyorum.
Duraklara doğru elimi güneşe siper edip baktığım anlardan birinde yürüyüşünden tanıyorum onu. Göğsüne kadar düğmeleri açık, koyu yeşil bir gömlek var üzerinde. Saçlarını savuran rüzgâra aldırış etmiyor, hızlı adımlarla yaklaşıyor. İçim rahatlar gibi oluyor birden, tam o yöne doğru adımımı atacağım sıradaysa yanındaki delikanlıyı fark edip öylece olduğum yerde kalıyorum. Uzunca boylu. Dinlemekten hiç hoşlanmadığım bir müzik grubunun tişörtü ile sıradan bir kot giyiyor; ne uzun ne de kısa sayılabilecek saçları dağınık, sakalı birkaç günlük. Yirmili yaşların başında olduğunu tahmin ediyorum. Aslı iyice yaklaştığında, dönüp delikanlıya bir şeyler söyledikten sonra benim beklediğim yere, tiyatronun giriş kapısının hemen yanına, dikkatle bakıyor ve göz göze geliyoruz. Gözlerimi gözlerinden ayırmadan sırtımı usulca duvara yaslıyorum. Kum saati tekrar beliriyor. Akıp giden kum taneleri de öyle...
Ve bir an, duruyorlar.
O an içerisinde, akşam hangi oyunu izleyeceklerine karar vermeye çalışan bir grup genç, biraz ötemdeki ağacın gölgesinde simit satan yaşlı bir adam, o yaşlı adamın yanındaki bankta oturmuş sigara içip sohbet eden iki takım elbiseli adam, kolunun altında bir boyacı sandığıyla önümden geçen eli yüzü kir pas içerisinde bir çocuk ve önümden öylesine geçip gitmek üzere olan birkaç başka kişi daha, bir anda dönüp de bana bakıyor. Aslıyla delikanlı öylece duruyor; arabalar, yayalar ve hatta martılar da öylece duruyor... Ben duruyorum. Bir nefes alıp vermelik bu süreç içerisinde etrafımdaki herkes bana bakıyor ve kum saati tekrar işlemeye başladığında herkes kendi hayatına geri dönüyor. Bunların hepsini fark ediyor, bir an sonra unutuyorum.
Aslı yanıma geliyor, hemen ardından o sıkıcı delikanlı da gelerek elini uzatıyor. Uzattığı elini sıkıyorum. Aslı benim adımı söylüyor, ardından:
—Buğra, okuldan arkadaşım, diyor.
Kendi gibi adı da sıkıcı ve böylelikle tanışmış oluyoruz. Aslı koluma giriyor, az da olsa rahatlıyorum, hala sıcaklığını hissetmek ne kadar güzel! Buğra’ya deniz kenarında oturmak isteyip istemediğini soruyor, o da büyük bir içtenlikle onaylıyor ve bir o kadar büyük bir rezillikle biz deniz gören bir bank bulana dek denize olan sevgisini ve ilgisini düzinelerce benzer cümle ile açıklıyor. Aslı çöplükte oturmak isteyip istemediğini sorsaydı aynı sevgi ve ilgi seline kapılıp kaybolacağımızı düşünüyorum. Böyle olacağından kesinlikle eminim. Oturuyoruz.
Yaklaşık on dakika süren bir sessizliğin ardından Buğra’nın varlığını unutuyorum. Orada olduğunu bildiğim halde, varlığının yokluğunu doğurduğu kanısına vararak onu zihnimden uzaklaştırıyorum. Yalnızca Aslı, deniz ve martılar var. Belki izin verirsem bir süre sonra yalnızca deniz ve martılar kalacak fakat ben buna şimdiye dek göz yummadığımı biliyorum, şimdi ve sonrasında da öyle olmalı.
—Siz genellikle burada mı takılırsınız, diyor Aslı’ya dönerek.
Cevap verme. Cevap verme. Cevap verme.
—Her gün, diyor.
—Vay be! Değişiklik yapmıyor musunuz hiç?
—Hiç düşünmedim aslında.
—Sinemaya neden gitmiyorsunuz, bu aralar güzel filmler oynuyor üstelik. Geçenlerde bir tanesini izledim, şahaneydi.
—Öyle mi, anlatsana, diyor.
Buğra hevesle anlatmaya başlıyor şu şahane filmini, gözleri parlıyor. Sözcükleri yetmiyor kimi zaman, elleriyle anlatıyor, kollarıyla… Aslı dinliyor, özetin filmden uzun sürmesinden korkuyorum bir an. Övgüler bitmiyor. Oysaki o filmi ben de izledim, birkaç gün evvel Aslı buluştuğumuzda neler yaptığımı sorduğunda sinemadan henüz çıkmış olduğumu ve hoş bir film izlediğimi söylemiştim. Yalnızca, beğendim, diye eklemiştim. Aslı’nın şu an bunu anımsadığını hiç sanmıyorum. Film bitiyor.
—Sahiden pek ilgi çekici gözüküyor, diyor.
—İstersen bir gün okul çıkışı gidebiliriz?
—Olabilir, ne dersin, diyor Aslı bana bakarak.
—Bilmiyorum, diyorum.
Sohbetlerine devam ediyorlar, konuşmalarını takip etmek istemiyorum. Suskunluğumuzu özlüyorum, çoğunlukla sessiz geçen tüm tanışıklığımız boyunca konuşmaya hiç ihtiyaç duymadan birbirimizi tanıyışımızın güzelliğini duyuyorum. Buğra kahkaha atıyor, ama ne kahkaha! Aslı’ya baktığımda gülümsemekle yetindiğini görüyorum, üstelik sahici ve içten bir gülümseme. Yüzümü kapıyorum ellerimle, avuçlarımın ardında maviliğin kayboluşunu hissediyorum. O hayranlık uyandıran mavilik… Bu kadar kolay kayboluyor işte.
—Bir şey mi oldu, iyi misin, diye soruyor Aslı.
Cevap veremem, çünkü yitirilenlerin ardından konuşmak yersiz. Sessizlik bozulduğunda her ses onu biraz daha kirletmekten başka bir şey değil.
—Söylesene, bir şey mi…
Sonu kayboluyor kelimelerinin. Ellerimi yüzümden çekerken maviliğin dönüşü gibi sessizliği de buluyorum seslerin ardında. Oturduğum yerden kalkıyorum ve her akşam Aslı’nın bana otobüsün kirli camının ötesinden el sallamasını bekleyemeyeceğimi biliyorum. Ben ona el sallıyorum, sonrasındaysa otobüs duraklarına doğru yürüyorum. Ayağa kalktığını seziyorum, fakat ardımdan gelmiyor. Sesleniyorsa da eğer, sözcükleri sessizliğimde parçalanıyor.
Seslerin Ardında
21 Ağustos 2009 Cuma
Gönderen fortunato zaman: 8/21/2009 06:37:00 ÖS 0 yorum
III
3 Ağustos 2009 Pazartesi
Karanlık suyun dibini göze aldım.
Sonsuzluğu göze aldım o yatakta
Sen gittin, ben bu balkonlarda kaldım.
Metalin damara dayandığı nokta
Şimdi söylüyorum dilimdeki küfrü
Büyülü sözü kalbimdeki:
Tekrar karşılaşsak
Ölür müsün?
Birhan Keskin
Gönderen fortunato zaman: 8/03/2009 11:23:00 ÖS 0 yorum
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)