Eski, ahşap binadan çıktığım o sabah, temmuz ayının ilk günüydü. Güneş, gözleri kamaştırarak gölgelere meydan okuyor, sıcaklık her geçen dakika biraz daha artıyordu. Güneş gözlüğüm arabada kalmıştı, oysa arabamın yanından geçtiğimin farkına dahi varmadan ağır aksak adımlarımla ilerlemeye devam ediyordum.
Boş elimle boğazımı sıkan kravatı çekiştirdim, beceriksizce gömleğimin üst iki düğmesini açtım. Diğer elimde artık onunla ne yapacağımı bilmediğim sarı zarfı taşıyordum.
Yürüdüğüm yol gittikçe artan bir eğimle uzuyordu. Yokuş çıktığımın farkınaysa yanaklarımdan süzülen ter damlaları sayesinde vardım. Ne kadar yürüdüm, nereye vardım bilemiyordum; dolayısıyla arabadan ne kadar uzaklaştığımı da kestiremedim. Geriye dönüp metrelerce önce yürümüş olduğumu varsaydığım yola baktım. Bir elimi gözüme siper ettiğimde, yolun çok gerilerde eğimlendiğini gördüm. Diğeriyle de artık iyice ağırlaşmış olan kravatı tamamen boynumdan çıkardım. Bir elim güneşe siper, diğeri ise kravatı tutar haldeyken zarfı kaybettiğim gerçeği zihnimde beliriverdi. Saatime baktım, öğlen olmuştu.
Denize çok uzaktım. Nazım Hikmet gibi, denize dönmek istiyorum, denize dönmek istiyorum, dedim sessizce. Engin sulara bakıp maviliğin hayali kokusunu içime çekmeyi düşledim. Öğlenin acımasız sıcağına inat, o taş kaldırımın ortasında durup deniz kıyısındaki yağmurun huzurunu istedim. İstemek faydasızdı, o sabah öğrendim. İstemek faydasızdı, çok uzaktım.
Dakikalar ben takip edemeden akarken geldiğimi düşündüğüm yoldan geri dönüyordum. Bir ara, kaldırımın kenarında denge oyunu oynadım. Kollarımı hafifçe iki yana açıp her birkaç adımda farklı taraftakine ağırlık verdim. Başta iyi gittiyse de, dengede kalmak gittikçe zorlaşıyordu. Ve… Kaybettim.
Hemen oracıktaki bahçe duvarına oturup dönen başıma biraz zaman tanıdım. Ben kaybetmeyi hak etmedim. Kaybetmeyi düşündüm. Hak etmemeyi düşündüm. Tüm sabahı düşündüm. Ahşap binaya attığım ilk adımla tahtaların gıcırtısına alışan zihnimin, bu baskıya alışması mümkün değildi. Merdivenlerden hemen sonraki ilk kapıdan geniş salona girmeden evvel zarfımın içerisine tekrar göz attım. Herhalde on defa kontrol etmişimdir, buna rağmen hazır hissetmem pek olası değildi. Kravatımı düzelttim, ceketimin düğmesini iliklemeyi ihmal etmeyip ardından derin bir nefes aldım.
Tüm sabahı o bahçe duvarında oturduğum esnada tekrar yaşamam gerekiyordu, belki de bu bile kabullenmeme yetmeyecekti. Yapmam gerektiği için yaptım, yarı aralık salonun kapısından içeri girdim ve büyük maun masanın olduğu tarafa yöneldim. Ahşabın üzerindeki kahverengi halı, kızıla çalan koyu kahverengi masaya dek uzanıyordu. Odaya yaklaştığımı ele veren gıcırtılar, kapıya bakmayan birisi için odaya girmiş olduğumu açıkça belli ediyordu artık.
O an, kalbimin gürültüsüyle kulaklarım nasıl uğuldadıysa, aynı uğultuyla bir anda ahşap odadan üzerinde oturduğum taş duvara döndüm. Başım dönmeye devam ediyor ve nispeten serin duvar, üzerine uzanmam için beni kışkırtıyordu. Böylece ayağa kalkıp birkaç saniye ne tarafa yürümem gerektiğini anımsamaya çalıştım, gelmiş olduğum tarafa yöneldim sonrasında. Sayılı adımın ardından duvara geri dönüp bırakmış olduğum kravatı alarak gelişigüzel cebime soktum. Maun masayla aynı renkti, ama fark etmedim.
Dönüş yolumun yanlış olduğunu düşündüğüm halde umursamıyordum. Dizlerim yorgunluk belirtileri gösteriyor, adımlarım gittikçe bilinçsizleşiyordu ki kaldırımın kenarına düşürülmüş saman sarısı zarfı şaşırarak fark ettim. Eğilerek, doğru yolda olduğumu kanıtlayan zarfımı yerden aldım. İçerisine tekrar bir göz attım. Ahşap binanın uçuk vernik kokusunu duyar gibi oldum birden, yarı aralık salonun kapısını gördüm. Kravatımı düzeltmeye ve ceketimin düğmesini iliklemeye yeltendim, fakat ne kravat takmış, ne de ceket giymiş olduğumu gördüm. Derin bir nefes aldım.
Yarı aralık salonun kapısından içeri girdiğim ve büyük maun masanın olduğu tarafa yöneldiğim esnada, taktığımı sandığım fakat az önce yerinde olmadığını fark ettiğim kravatla masanın aynı renk, kızıla çalan koyu kahverengi, olduğunu düşündüm. Tuhaftı, lâkin üstünde durmadım. Ahşabın üzerindeki kahverengi halı, maun masaya dek uzanıyordu.
Ahşap döşemeden halıya geçerken tereddüt etmem boşuna değildi. Halıya attığım ilk adımla, tüm bir sene kendimi yüreklendirmiş olduğum konuşma yerini gerçekleşmek üzere olan konuşmaya bırakacaktı. Adımı attım ve gözlerimi masanın hemen yanında camdan dışarıyı izlemeye koyulmuş takım elbiseli adama sabitledim. Gizli bir şey yapan ürkek bir çocuk gibi sessiz ve yavaş hareket ediyordum. Oysa o yıllardır duymadığım sesin sahibi geldiğimin farkındaydı: “Yukarı çıkman çok uzun sürdü, birkaç yılda yaşlanmış olamazsın.”
Nefesim kesildi. Bana doğru döndüğünde yalnızca “On iki yıl oldu,” diyebildim, ardından iki elimle birden önümde sıkıca tuttuğum zarfa eğildi bakışlarım, “on iki yıl.” diye kendi kendime tamamladı zihnim.
Zarfı elimden kaldırıma düşürdüğümde bayılmak üzereydim. Güneş tüm gücümü çalmıştı sanki ve her zamankinden daha şiddetli ışıyordu. Saat üçe geliyordu ve ben üzerinde durduğum kaldırımı güneşin parlaklığından zar zor seçiyordum. Koktum. Kendimi kaybediyordum.
Olabildiğince dikkatli bir şekilde eğilerek ayaklarımın hemen önündeki zarfı yerden aldım, ne var ki sendelemeden doğrulamadım. Kaldırıma uzanmak istedim, biraz dinlenmek… Uzanıverse gövdem, taşlara boydan boya! diye döndü kafamın içinde Necip Fazıl, gerisini hatırlayamasam da biraz olsun güç bulmuştu zihnim gerçeğe tutunarak ve iyiden iyiye bir sarhoş gibi ayaklarım birbirine dolaşarak benim olduğunu umduğum o arabaya dek ilerledim. Anahtarın cebimde olduğunu hatırlamam için birkaç sıcak dakikanın daha geçmesi gerekse de sonunda ayakta durmanın zulmünden kurtulmuş, beceriksizce klimayı açmaya çalışıyordum. Ardından kendimden geçmiş olmalıyım ki tekrar takım elbiseli adamın karşısında, adeta onun bakışlarının hapsindeydim.
Kafamı kaldırmaya cesaret bulmam kolay olmadı. Gözlerimi gözlerine diktiğimde yılların onu ne kadar yıpratmış olduğunu çarpıcı bir şekilde fark ettim. Oysa gözlerimin derinliklerine odaklanmış gözleri eskisinden de kudretliydi. Siyaha öyle yakındı ki o karanlıkta kaybolmamak için bakışlarımı omzuna kaydırdım. Tek bir kelime daha etmedi, tüm o sessizlik benim konuşmamla bozulmak zorundaydı. Biliyor, bekliyordum.
Kurumuş dudaklarımı konuşmak üzere araladım, fakat herhangi bir kelimeye dönüşemedi sesim. Oysaki tek yapmam gereken, uzunca bir zaman çalıştığım ve kendi kendime defalarca tekrarladığım o birkaç cümlelik konuşmaydı. Sanki sadece oydu. Asırlar geçti, yapamadım.
Arkama döndüm vazgeçerek, bir anda verilmiş saçma bir karardı ama onun “Bekle!” diyen sesi kadar keskin ve karşı konulmazdı. Durdum. Sadece saniyeler süresince bu komuta itaat ettim ve sonrasında hayatımda ikinci defa ona karşı geldim. Tüm hayatım boyunca ikinci defa ve öz babamın sözlerine dahi yüzlerce defa karşı durmuştum. O takım elbiseli, ufak tefek adam sadece çocukluk arkadaşımın, tek dostumun babası değil, hayatımda saygı duyduğum her şeyin timsaliydi. Gözümü onla açıp kapıyordum, en derin saygının verdiği tatminle doluydum.
Oysa şimdi, oğluyla, kardeşimden daha yakın saydığım dostumla bu şehirden kaçıp gideli neredeyse on iki yıl oluyordu ve ben bu on iki yılın her ayı, her günü, hatta her dakikası onun sözüne karşı gelmenin pişmanlığıyla yaşadım. Pişmanlığım saygımı büyütüyor, yüceltiyor ve gittikçe daha da soyutlaştırıyor gibiydi.
Tüm bunları düşünerek, ağır ağır çıktığım merdivenlerden koşarcasına inip o yorgun basamakların ayaklarımın altındaki isyanını görmezden gelerek ahşap binadan fırladım.
O sabah, temmuz ayının ilk günüydü. Ve ben hayatımın geri kalanına “Oğlun artık yaşamıyor,” diye haykırdım, ona çocukluğunda armağan ettiği o kol saatinin tam bir yıl öncesini gösterdiğini düşündüm. Zaman öylece durmuştu adeta ve ben ağır aksak adımlarla yürüyordum, arabamın yanından geçtiğimin farkına dahi varmadım.
O Sabah
3 Temmuz 2009 Cuma
Gönderen fortunato zaman: 7/03/2009 10:45:00 ÖS
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
0 yorum:
Yorum Gönder