Çocukevine kapatıldığımda henüz altı yaşımdaydım. Annem ve babamın beni oradaki mavi gömlekli, beyaz saçlı görevliye teslim ederken birbirlerine nasıl baktığını anımsıyorum. O yaşımda, bu bakıştaki tereddüdü fark edemeyişim normal olsa gerek, çünkü hasta bir çocuktum ben.
Babama neden onlardan ayrılmak zorunda olduğumu sordum. Dizlerinin üzerine çöktü önce, bir elini omzuma koydu; sonra gözlerime baktı, gülümsemiyordu gözleri, umutlandırmıyordu beni. Altı yaşımın en korku dolu anıdır belki de, babamın gözleri ilk defa bu kadar donuktu tüm o yaşlarım içerisinde. Oraya gitmelisin dedi bana, seni iyileştirecekler orada. Öyle olmalıydı, çünkü hasta bir çocuktum ben.
Ağlamadım hiç, ne oraya gideceğimi öğrendiğim zaman, ne de giderken. Hatta çocukevinde kaldığım 6 yıl boyunca bir defa olsun yaş akmadı gözlerimden. Öyle çok hasta çocuk vardı ki burada! Ağlayabiliyorlardı üstelik, hatta sabaha kadar uyuyamadığım bazı gecelerde yorganımın altından ağlama seslerini işitiyor, üzülüyordum hepimiz için. Üzülüyordum, ama onlar gibi ağlayamıyordum, çünkü hasta bir çocuktum ben.
Çocukevinin önünde babam dönüp ‘Ağlama!” demişti anneme. Annem de ağlayabiliyordu, ama babamı ağlarken görmemiştim hiç. O an aklıma geliverdi birden, babama dönüp kafamı yüzünü görebileceğim kadar kaldırdım. Baba, dedim usulca, yoksa sen de hasta bir çocuk muydun? Sanıyorum ki bu soruyu sormam ikisinin de dehşete kapılmasına sebep oldu. Annem beni kendine çevirip öyle bir sarıldı ki nefessiz kalacağımdan korktum. İşte o zaman ilk defa yüzüm yaşlarla ıslanmıştı, ama hepsi annemin gözyaşlarıydı, çünkü hasta bir çocuktum ben.
Başlarda burada oluşumu yadırgamadım hiç, belki de hastalığımı kabullenmiş oluşumdu durumu kolaylaştıran, bilemiyorum. Sağlıklı çocuklar bu yaşlarda okula başlıyordu, bense bulunduğum bu çocukevini bir çeşit okul olarak hayal etmeye çalışmıştım. İyileştiğim zaman beni de okula alıp almayacaklarını merak ediyordum, fakat burada bu soruyu sorabileceğim birileri olduğunu sanmıyordum. Belki annemle babam beni ziyarete geldiklerinde sorabilirdim, diye düşündüm, fakat bu ziyaretlerin oldukça nadir olduğunu öğrendiğimde aradan çok uzunzaman geçmişti ve o sorudan başka bir sürü şey vardı konuşulacak. Çünkü hasta bir çocuktum ben.
Şimdi on iki yaşımdayım ve buradan çıkabileceğim konusunda çok daha umutsuzum.Çocukevini bir çeşit okul olarak kabullenmeyi bırakalı yıllar oluyor. Sanırım bir hasta çocuklar hapishanesine terk edildim ve hastalığım gün geçtikçe ağır ağır ilerliyor. Artık daha fazla ilaç alıyorum, yine de kendimi eskisinden daha cansız ve isteksiz hissediyorum. Günün büyük çoğunluğunu yatağımda uyuyor taklidi yaparak geçiriyor ve tüm geleceğimin burada geçip geçmeyeceği endişesiyle düşünerek uyuyakalıyorum kimi zaman. Eğer herhangibir görevli beni uyumadığım halde yatıyor görüyorsa, her hafta bir kez olan görüşme saatlerim iki ya da üçe çıkıyor. Bunun sağlığım için olduğunu söylüyorlar, ama doktor görüşme saatlerinde ne düşündüğümü ve neden bunları düşündüğümü sormaktan başka bir şey yapmıyor. İlaçlarımı almam için telkinlerde bulunuyor, bense hep aldığımı söylüyorum. Hep aldığımı söylemeliyim, çünkü hasta bir çocuğum ben.
Hasta Bir Çocuktum Ben.
19 Temmuz 2009 Pazar
Gönderen fortunato zaman: 7/19/2009 12:45:00 ÖÖ 0 yorum
Kız Çocuğu
Yakınlardaki bir kasabaya aylık tatilim için gelmiş, bugün de civardaki köylere bir göz atma niyetiyle dolaşmaya karar vermiştim. Birkaç köyü dolaştıktan sonra sıcaktan yorulduğumdan, bu oldukça ufak köyde, arabamın içinde oturmuş dinleniyordum.
Bir avuç çocuk, köyün içlerine doğru kıvrıldığını tahmin ettiğim yolda gelişigüzel koşturup duruyordu. Belli ki buradan pek sık araba geçmezdi ve onlar yolun ortasında oynarken oldukça rahattılar. Vurdumduymaz ifadeleri ve derbeder kılıklarıyla buraya ait olduklarını açıkça belli ediyorlardı.
Kimisi arabamın yanından geçerken farklı bir yüz görmenin hayretiyle beni inceliyor, kimisi de ürkek bakışlarını bana yöneltmekten çekiniyordu. En büyükleri 12 yaşında olsa, en küçükleri yürümeyi henüz öğrenmiş olmalıydı. Ama burada, bu toz torağın arasında oynarken, hepsi yaşıt sayılıyordu. Hepsinin üzerinde yaşça büyük kardeşlerine artık ufak gelen giysiler vardı, kimisinin ayağı yalın, kimisinin pantolonu delikti. Onlar çocuk kaldığı sürece, bunların hiçbir önemi yoktu.
Dakikalarca orada oturduktan sonra bu manzaraya alıştığımda, tüm bu çocuk kalabalığı can sıkıcı bir hal aldı. Koltuğumu geriye doğru yatırıp biraz kestirmek niyetiyle elimi arabanın kapısı ile koltuğun arasındaki kola doğru uzattığım esnada, arabamın açık camına oldukça yakın mesafeden geçen ufak bir çocuğu görüverdim. Tam ben onu gördüğümde, o da başını bir yabancı olan beni incelemek için çevirdi ve göz göze geldik.
Hâlihazırda arabanın kapısına doğru tuhaf bir açıyla eğilmiş olan yüzüm, o ufak yüzü neredeyse yarım metre mesafeden izledi. Yok denecek kadar kısa kesilmiş saçlarıyla dört yaşlarında bir erkek çocuğunu andırsa da, kulaklarında belli belirsiz parıldayan zarif küpeleri ve saf güzelliğini çocukluk maskesinin ardına saklayan o pırıl pırıl yüzü haricinde, gözlerime bir anlığına kenetlenmiş müthiş gözleri, kız çocuğu olduğunu ele veriyordu. O yıpranmış kotu, pembe tişörtü, sandaletleri ve hafif esmer teniyle diğer çocuklardan farksız görünüyor olsa da; yeni tıraşlı saçları, pürüzsüz çehresi ve yakut gözleriyle kendini zihnime kazımıştı.
Bu sapkınlık, ahlaksızlık olarak düşünülecek bir durum değil elbette. Salt güzelliğe duyulan saygıyla karışık ilgiden başka bir şey değil. Bu yüzdendir ki ben sonraki gün, bir sonraki gün, iki sonraki gün ve takip eden diğer günlerde yalnızca bu küçük kız çocuğunu görmek için bu köye gelir oldum. Neredeyse tüm çocuklar bana alışmış olsa da en büyük çekincem köy sakinlerinin röntgenci olduğumu yahut daha başka art niyetlerle her gün burada durduğumu düşünmesiydi. Bu sebeple ziyaretlerimi mümkün olduğunca kısa tutuyor, bazense yoldan oldukça yavaş geçerek gözlerimle onu arıyor ve bulamazsam hiç beklemiyordum.
Gel zaman git zaman, günlerce izledim onu. Yalnızca izledim ve içimi bu güzelliğin gitgide kapladığını hissediyordum. Aradan yaklaşık bir buçuk hafta geçmiş olacak ki üç gün üst üste göremedim onu. Bu ufacık köyden başka yere gidecek değildi, oysaki burada en az dört kardeşiyle birlikte hangi evde oturduğunu dahi biliyor, köyden ayrılmadıklarını eve girip çıkan kardeşlerinden anlayabiliyordum. Canı dışarı çıkmak istemiyor belki de diye düşünüp döndüğümde bir türlü aklımdan çıkmadı.
Ve ertesi gün sabahın erken saatlerinde gittim köylerine, köy kahvesine oturup bekledim saatlerce. Kahveciye, hoşsohbet bir adam olsa da, o güzel kız çocuğunu sormanın uygunsuz olacağını düşündüğümden pek ilgilenmediğim bir sürü şeyden bahsettik. Kalkmadan evvel adama çocukları sevdiğimden ve köyün çocuklarının daha önceleri gördüğüm kadarıyla oldukça yaramaz ama bir o kadar da sevimli olduğundan bahsettim. O da teyit ettikten ve iyi günler merasimini bitirdikten sonra köyün girişinde, her zaman arabamı park ettiğim yere yönelerek henüz bir kaçı evlerinden çıkmış olan çocukların gündelik oyunlarına başlamasını bekledim. Bugün, hiçbir köylünün gelip de rahatsızlığını dile getirmesinden çekinecek halde değildim. Onu dört gündür görmemiş olmanın verdiği tedirginlikle bekliyor, bekliyordum.
Bunun nereye kadar devam edeceğini kendime kendime defalarca sormuş olsam da şimdilik sadece onun varlığına dair ufak bir kanıt bekliyordum. Üç kardeşi evden çıktığında umutlanmış, arkalarından o çıkmayınca telaşlanmıştım. Bir süre daha bekledikten sonra dördüncü kardeşi de evden çıktı, ondan daha küçük yaştaydı ve arabamın yanından geçerken ablasının pembe tişörtünü ve yıpranmış kotunu giymiş olduğunu üzülerek gördüm. Korkarak ayaklarına baktığımda onun sandaletlerini gördüğüm an zihnime doluşan o korkunç fikirlerle birlikte şakaklarıma saplanan ağrıyla arabadan fırladım.
Çocuk durmuş bana bakıyor, neden bu kadar ani hareketlerle üzerine geldiğimi anlamaya çalışıyordu. Olduğu yerden kıpırdamama cesaretini gösterecek kadar buralı, ürkek gözleriyle her an yanlış bir hareket yapıp yapmayacağımı bekleyerek izleyecek kadar çocuktu. Kısacası tam anlamıyla bir köy çocuğuydu, burası ona aitti ve her ne kadar daha önce beni defalarca görmüş olsa da bir yabancıydım.
Oldukça yakınında durdum ve çömeldim. Bu halde bile ondan uzun oluşum üzerinde hiçbir etki yaratmamıştı. Hala bana bakıyor, merak ediyordu.
- Ablanın mı?
Hiçbir cevap vermeden öylece bakmaya devam etti ve ben de açıklama ihtiyacı hissederek sorumu daha açık bir şekilde sormadan evvel daha sıradan bir soru yönelttim. Oysa ki ablasının nerede olduğunu sormak için yanıp tutuşuyordum.
- Kaç yaşındasın?
- Bilmiyorum.
- Üç?
- Bilmem.
Gerçekten bilmiyordu, bilmediğini söylerken sağ elinin parmaklarıyla oynadı belli belirsiz, önce iki tanesini açtı, sonra bir tane daha. Belli ki öğretmeye çalışmışlardı kaç yaşında olduğunu, en azından parmak hesabıyla yaşını bilsin istemişlerdi; ama o önce iki parmağını açacağı, sonra üç parmağını açacağı söylendiğinde yaşının sürekli değişimine ayak uydurabilecek olgunlukta olmadığına karar vererek bilmekten vazgeçmişti.
Merakla yüzüme bakmayı sürdürünce,
- Üzerindeki giysiler ve ayakkabıların ablana mı ait?
Sadece kafa sallamakla yetindi ve ben esas soruma seçmeden evvel az da olsa çocuğun güvenini sağlamaya çalıştım?
- Ablan mı verdi o giysileri sana?
- Annem verdi.
- Senin giysilerine ne oldu?
- Ali büyüyünce giyecek. Duruyor.
- Ali küçük kardeşin mi?
Tekrardan kafa salladı ve ben artık daha fazla bekleyemedim:
- Ablan nerede peki?
- Bilmiyorum.
- Evde değil mi yani?
- Bilmiyorum.
- Nasıl bilmezsin?
- Yok.
Ve bu cevapla, üzerine doğru yürüyen kocaman adama, bana, tüm cesaretiyle bakan ve kaçmayacak yürekliliği gösteren çocuk geriye doğru birkaç adım attı. Sözcükleri toparlamaya çalışırcasına dudaklarını kıpırdatırken içimi bir korku sardı. Sonunda,
- Annem gittiğini söyledi, dedi.
Koşarak köyün içlerine doğru kaçtığında arkasından bakmaktan başka elimden hiçbir şey gelmedi. Ablasının giysileriyle adeta O’ydu ve koşarak benden uzaklaşıyordu. Dönmeyecekti.
Gönderen fortunato zaman: 7/19/2009 12:42:00 ÖÖ 0 yorum
Gemide ve Azize: Bir Laleli Hikayesi
17 Temmuz 2009 Cuma
İzler izlemez bahsetmek istedim bu iki filmden ama neredeyse iki hafta oluyor ve ben onlar hakkında hiçbir şey yazmamış olmaktan rahatsızlık duyuyorum. Denemediğimden değil oysaki... Sanırım bununla ilgili söyleyebileceğim yegane şey, bu iki filmin de alabildiğine yalın ve doğal oluşu; öyle ki haklarında yazmaya çalıştığım bir sürü giriş cümlesini gözümü kırpmadan silmemin sebebi de cümlelerimin bu yalınlıkla uyuşmuyor olmalarıdır herhalde. Hikayeden bahsetmeye zaten niyetim yoktu, sevgili okur, zira ben de filmleri izlemeden evvel hikaye hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Hatta yalnızca üç şey vardı bildiğim haklarında ki hikayeden tamamen bağımsızdılar: Erkan Can'ın oynadığı, Gemide'nin yönetmeninin Barda'dan tanıdığımız Serdar Akar olduğu ve bu ikisinin kardeş filmler sayılabileceği.
İzlediğim Türk filmleri arasında isimlerini hafızama kazıdığım sayılı filmden ikisi oluveriyorlar yine de, biri de değil üstelik, her halükarda birini diğerinden ayrı düşünemiyor olsam da neticede iki ayrı filmler. Ve evet, sadece isimleri ile belli başlı özelliklerini aklımda tutuyorum; çünkü biliyorum ki diğer ayrıntıları zamanla silinecek belleğimden, ama belki de bu yeniden izleyip tekrar aynı tadı almamı ve belki de daha fazlasını müjdeliyor olabilir, belli mi olur?! Son olaraksa, Erkan Can'ın oyunculuğunun gerçekten takdire şayan olduğunu ve kendisine müthiş saygı duyduğumu belirtmek istiyorum. Bahsetmek istediğim çok şey var, ama filmi izlerken hayret edeceğiniz diyologlardan, karakterlerin ayrıntı gibi gözüken iç karmaşalarından ve bunların aslında ne kadar ciddi olduğundan örneklerle bahsedip hikaye hakkında ipuçları vermek istemiyorum. Edinilmeli, izlenmeli.
Gönderen fortunato zaman: 7/17/2009 04:40:00 ÖÖ 0 yorum
Ölümün Arifesinde
11 Temmuz 2009 Cumartesi
Benim parmaklarım, yüzümün devamıdır
Ellerimse tanrı'nın varlığına delil
Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşar, hiç yaşamamış gibi ölürüz
Bize ihanet edenlerden, ölerek intikam alırız
Ben ki her saniyemi, son anım gibi yaşıyorum
Yani muamma değil artık benim için ölüm
Eğer buraya sığamıyorsam
Ya göğe çekilir, ya toprağa gömülürüm
Ben öldüğümde
Sana verdiğim kolye parlayacak
Bir fotoğraf alev alacak, bir kuş havalanacak
Yere düşürdüğün kitaptan etrafa sözcükler saçılacak
Bozkırda babasının sırrı bir oğul doğacak
Ben öldüğümde
Bu Venedik bayramı son bulacak
Gece Üsküdar vapurunda sur üflendi
Paşakapı duygulu bir cezaevidir, her an kendini ateşe verebilir
Çünkü kapıaltında bir çocuk bilir çıkınca öleceğini
Bir çocuk yalnızca kafiyeye düşmandır, dünyada kötülük bitmiş gibi
Benimse ellerimi sudaki yıldız aksi yakabilir
Ve her söylediğim, kimsenin açamayacağı bir vasiyettir.
Alper Çeker (KAL '94)
Gönderen fortunato zaman: 7/11/2009 03:15:00 ÖÖ 0 yorum
Küçük
8 Temmuz 2009 Çarşamba
Rengârenk elbiseler, gömlekler; sarı saçlar, kızıllar, kahverengiler, beyazlar… İnsan kalabalığını izliyorum, oturuyorum, sıkılıyorum. Daha doğrusu, daralıyorum. Sıcaktandır diye düşünüyorum. Kışı hayal ediyor, hayalimde yağmuru ve ürperten rüzgarı yaşıyorum. Öyle de daralıyorum, değişen bir şey olmuyor. Oturuyor ve o kalabalığa bakıp sıcak ya da soğuğun hiçbir şeyi değiştirmediğini bilerek izliyorum. Usulca.
Küçük, sarışın bir kız çocuğu çekti dikkatimi sonraları. Annesi ile oturuyordu, aynı masada karşısında oturan turuncu sakallı adama gülümsedi. Kibardı. Adam babası olsa gerek, ya da dayısı belki… Masadaki güneş gözlüğüyle oynarmış gibi yaptı ufaklık, belli etmeden elini masanın karşısına doğru uzatıyordu hafif hafif. Anladım. Adama, tutsana, dedim, tutsana o küçücük masum eli. Tutmadı. Kız hala bekliyordu, umutla bekliyor kaçamak bakışlar atıyordu adama. O ise bir sigara yaktı. Ah, dedim, neden? Kız elini çeker gibi oldu hayal kırıklığıyla, işte o an adam tuttu o bembeyaz eli. Gülümsedi küçük. Ne de kibardı! Ve dönüp parlayan gözleriyle bana baktı, başarmıştı. Bakmaya devam edemedim, kaçırdım gözlerimi itinayla. O sırada, birkaç masa ötemde oturan genç kadını fark ettim, sandalyesinden kalkıyordu yavaşça, aksayarak yürüdü utana sıkıla. Sakattı bir bacağı, Üzüldüm, bakamadım daha fazla.
Kafamı yükseklere kaldırdım, daralıyordum hala. Ahşaptı çatısı binanın, gökyüzünü örtüyordu belli belirsiz. Kim bilir ne kadar eskiydi, diye düşünürken başka bir küçük kız çocuğunun sesiyle irkildim. Yanı başımda durmuş nefesi yettiğince parka gitmek istediğini anlatıyordu anneannesine. Kafasının iki yanından örgüleri sarkıyordu. Kibar değildi o.
Gönderen fortunato zaman: 7/08/2009 09:47:00 ÖS 0 yorum
Yağmurla Uyanan...
Kadıköy soğuktur, yalnızdır sabahın erken saatlerinde. Yeni güne uyanmış insanlar telaşla rıhtıma koşarken, içinde yüzlerce insanla o tanıdık vapur iskeleye yanaşırken, birkaç dakikalık bir kahvaltıya zaman ayırabilecek olanlar ellerinde ‘ücretsiz’ gazeteleriyle çarşıya doğru ilerlerken, evet, yalnızdır. Çalışanlar, okuyanlar… Sabahları sadece zorunluluktan gelir insanlar, çoğu öylece geçip gider.
Neredeyse her sabah bu böyledir, fakat bunu kendisi de kabullenmiş olacak ki sabahları yaşamın karmaşasına kapılıp giden bu insanları öğleden sonra tüm kalbiyle karşılar, onlara içtenlikle gülümser güzeller güzeli Kadıköy.
Ve ben kendimi, Kadıköy’ün sokaklarında, yağmurla uyanan bir günün henüz aydınlanan göğüne bakarken buldum bu sabah. Ellerim ceplerimde; gözlük camlarımı ıslatan yağmur damlalarına inat yüzüm göğe dönükken aklımdaki sayamayacağım kadar çok düşüncenin arasında itinayla burada olma nedenimi aradıysam da bulamadım.
Bir semt, kendi kendine benim için bir gelecek hazırlamıştı adeta. Basit ya da sıradan bir semtten bahsetmediğimin farkındayım, ama hey, nihayetinde bahsi geçen şeyin bir şehir, hata bir ülke olması hiçbir fark yaratmaz; bu tamamen sıra dışı bir durum.
...
Gönderen fortunato zaman: 7/08/2009 01:09:00 ÖÖ 0 yorum
O Sabah
3 Temmuz 2009 Cuma
Eski, ahşap binadan çıktığım o sabah, temmuz ayının ilk günüydü. Güneş, gözleri kamaştırarak gölgelere meydan okuyor, sıcaklık her geçen dakika biraz daha artıyordu. Güneş gözlüğüm arabada kalmıştı, oysa arabamın yanından geçtiğimin farkına dahi varmadan ağır aksak adımlarımla ilerlemeye devam ediyordum.
Boş elimle boğazımı sıkan kravatı çekiştirdim, beceriksizce gömleğimin üst iki düğmesini açtım. Diğer elimde artık onunla ne yapacağımı bilmediğim sarı zarfı taşıyordum.
Yürüdüğüm yol gittikçe artan bir eğimle uzuyordu. Yokuş çıktığımın farkınaysa yanaklarımdan süzülen ter damlaları sayesinde vardım. Ne kadar yürüdüm, nereye vardım bilemiyordum; dolayısıyla arabadan ne kadar uzaklaştığımı da kestiremedim. Geriye dönüp metrelerce önce yürümüş olduğumu varsaydığım yola baktım. Bir elimi gözüme siper ettiğimde, yolun çok gerilerde eğimlendiğini gördüm. Diğeriyle de artık iyice ağırlaşmış olan kravatı tamamen boynumdan çıkardım. Bir elim güneşe siper, diğeri ise kravatı tutar haldeyken zarfı kaybettiğim gerçeği zihnimde beliriverdi. Saatime baktım, öğlen olmuştu.
Denize çok uzaktım. Nazım Hikmet gibi, denize dönmek istiyorum, denize dönmek istiyorum, dedim sessizce. Engin sulara bakıp maviliğin hayali kokusunu içime çekmeyi düşledim. Öğlenin acımasız sıcağına inat, o taş kaldırımın ortasında durup deniz kıyısındaki yağmurun huzurunu istedim. İstemek faydasızdı, o sabah öğrendim. İstemek faydasızdı, çok uzaktım.
Dakikalar ben takip edemeden akarken geldiğimi düşündüğüm yoldan geri dönüyordum. Bir ara, kaldırımın kenarında denge oyunu oynadım. Kollarımı hafifçe iki yana açıp her birkaç adımda farklı taraftakine ağırlık verdim. Başta iyi gittiyse de, dengede kalmak gittikçe zorlaşıyordu. Ve… Kaybettim.
Hemen oracıktaki bahçe duvarına oturup dönen başıma biraz zaman tanıdım. Ben kaybetmeyi hak etmedim. Kaybetmeyi düşündüm. Hak etmemeyi düşündüm. Tüm sabahı düşündüm. Ahşap binaya attığım ilk adımla tahtaların gıcırtısına alışan zihnimin, bu baskıya alışması mümkün değildi. Merdivenlerden hemen sonraki ilk kapıdan geniş salona girmeden evvel zarfımın içerisine tekrar göz attım. Herhalde on defa kontrol etmişimdir, buna rağmen hazır hissetmem pek olası değildi. Kravatımı düzelttim, ceketimin düğmesini iliklemeyi ihmal etmeyip ardından derin bir nefes aldım.
Tüm sabahı o bahçe duvarında oturduğum esnada tekrar yaşamam gerekiyordu, belki de bu bile kabullenmeme yetmeyecekti. Yapmam gerektiği için yaptım, yarı aralık salonun kapısından içeri girdim ve büyük maun masanın olduğu tarafa yöneldim. Ahşabın üzerindeki kahverengi halı, kızıla çalan koyu kahverengi masaya dek uzanıyordu. Odaya yaklaştığımı ele veren gıcırtılar, kapıya bakmayan birisi için odaya girmiş olduğumu açıkça belli ediyordu artık.
O an, kalbimin gürültüsüyle kulaklarım nasıl uğuldadıysa, aynı uğultuyla bir anda ahşap odadan üzerinde oturduğum taş duvara döndüm. Başım dönmeye devam ediyor ve nispeten serin duvar, üzerine uzanmam için beni kışkırtıyordu. Böylece ayağa kalkıp birkaç saniye ne tarafa yürümem gerektiğini anımsamaya çalıştım, gelmiş olduğum tarafa yöneldim sonrasında. Sayılı adımın ardından duvara geri dönüp bırakmış olduğum kravatı alarak gelişigüzel cebime soktum. Maun masayla aynı renkti, ama fark etmedim.
Dönüş yolumun yanlış olduğunu düşündüğüm halde umursamıyordum. Dizlerim yorgunluk belirtileri gösteriyor, adımlarım gittikçe bilinçsizleşiyordu ki kaldırımın kenarına düşürülmüş saman sarısı zarfı şaşırarak fark ettim. Eğilerek, doğru yolda olduğumu kanıtlayan zarfımı yerden aldım. İçerisine tekrar bir göz attım. Ahşap binanın uçuk vernik kokusunu duyar gibi oldum birden, yarı aralık salonun kapısını gördüm. Kravatımı düzeltmeye ve ceketimin düğmesini iliklemeye yeltendim, fakat ne kravat takmış, ne de ceket giymiş olduğumu gördüm. Derin bir nefes aldım.
Yarı aralık salonun kapısından içeri girdiğim ve büyük maun masanın olduğu tarafa yöneldiğim esnada, taktığımı sandığım fakat az önce yerinde olmadığını fark ettiğim kravatla masanın aynı renk, kızıla çalan koyu kahverengi, olduğunu düşündüm. Tuhaftı, lâkin üstünde durmadım. Ahşabın üzerindeki kahverengi halı, maun masaya dek uzanıyordu.
Ahşap döşemeden halıya geçerken tereddüt etmem boşuna değildi. Halıya attığım ilk adımla, tüm bir sene kendimi yüreklendirmiş olduğum konuşma yerini gerçekleşmek üzere olan konuşmaya bırakacaktı. Adımı attım ve gözlerimi masanın hemen yanında camdan dışarıyı izlemeye koyulmuş takım elbiseli adama sabitledim. Gizli bir şey yapan ürkek bir çocuk gibi sessiz ve yavaş hareket ediyordum. Oysa o yıllardır duymadığım sesin sahibi geldiğimin farkındaydı: “Yukarı çıkman çok uzun sürdü, birkaç yılda yaşlanmış olamazsın.”
Nefesim kesildi. Bana doğru döndüğünde yalnızca “On iki yıl oldu,” diyebildim, ardından iki elimle birden önümde sıkıca tuttuğum zarfa eğildi bakışlarım, “on iki yıl.” diye kendi kendime tamamladı zihnim.
Zarfı elimden kaldırıma düşürdüğümde bayılmak üzereydim. Güneş tüm gücümü çalmıştı sanki ve her zamankinden daha şiddetli ışıyordu. Saat üçe geliyordu ve ben üzerinde durduğum kaldırımı güneşin parlaklığından zar zor seçiyordum. Koktum. Kendimi kaybediyordum.
Olabildiğince dikkatli bir şekilde eğilerek ayaklarımın hemen önündeki zarfı yerden aldım, ne var ki sendelemeden doğrulamadım. Kaldırıma uzanmak istedim, biraz dinlenmek… Uzanıverse gövdem, taşlara boydan boya! diye döndü kafamın içinde Necip Fazıl, gerisini hatırlayamasam da biraz olsun güç bulmuştu zihnim gerçeğe tutunarak ve iyiden iyiye bir sarhoş gibi ayaklarım birbirine dolaşarak benim olduğunu umduğum o arabaya dek ilerledim. Anahtarın cebimde olduğunu hatırlamam için birkaç sıcak dakikanın daha geçmesi gerekse de sonunda ayakta durmanın zulmünden kurtulmuş, beceriksizce klimayı açmaya çalışıyordum. Ardından kendimden geçmiş olmalıyım ki tekrar takım elbiseli adamın karşısında, adeta onun bakışlarının hapsindeydim.
Kafamı kaldırmaya cesaret bulmam kolay olmadı. Gözlerimi gözlerine diktiğimde yılların onu ne kadar yıpratmış olduğunu çarpıcı bir şekilde fark ettim. Oysa gözlerimin derinliklerine odaklanmış gözleri eskisinden de kudretliydi. Siyaha öyle yakındı ki o karanlıkta kaybolmamak için bakışlarımı omzuna kaydırdım. Tek bir kelime daha etmedi, tüm o sessizlik benim konuşmamla bozulmak zorundaydı. Biliyor, bekliyordum.
Kurumuş dudaklarımı konuşmak üzere araladım, fakat herhangi bir kelimeye dönüşemedi sesim. Oysaki tek yapmam gereken, uzunca bir zaman çalıştığım ve kendi kendime defalarca tekrarladığım o birkaç cümlelik konuşmaydı. Sanki sadece oydu. Asırlar geçti, yapamadım.
Arkama döndüm vazgeçerek, bir anda verilmiş saçma bir karardı ama onun “Bekle!” diyen sesi kadar keskin ve karşı konulmazdı. Durdum. Sadece saniyeler süresince bu komuta itaat ettim ve sonrasında hayatımda ikinci defa ona karşı geldim. Tüm hayatım boyunca ikinci defa ve öz babamın sözlerine dahi yüzlerce defa karşı durmuştum. O takım elbiseli, ufak tefek adam sadece çocukluk arkadaşımın, tek dostumun babası değil, hayatımda saygı duyduğum her şeyin timsaliydi. Gözümü onla açıp kapıyordum, en derin saygının verdiği tatminle doluydum.
Oysa şimdi, oğluyla, kardeşimden daha yakın saydığım dostumla bu şehirden kaçıp gideli neredeyse on iki yıl oluyordu ve ben bu on iki yılın her ayı, her günü, hatta her dakikası onun sözüne karşı gelmenin pişmanlığıyla yaşadım. Pişmanlığım saygımı büyütüyor, yüceltiyor ve gittikçe daha da soyutlaştırıyor gibiydi.
Tüm bunları düşünerek, ağır ağır çıktığım merdivenlerden koşarcasına inip o yorgun basamakların ayaklarımın altındaki isyanını görmezden gelerek ahşap binadan fırladım.
O sabah, temmuz ayının ilk günüydü. Ve ben hayatımın geri kalanına “Oğlun artık yaşamıyor,” diye haykırdım, ona çocukluğunda armağan ettiği o kol saatinin tam bir yıl öncesini gösterdiğini düşündüm. Zaman öylece durmuştu adeta ve ben ağır aksak adımlarla yürüyordum, arabamın yanından geçtiğimin farkına dahi varmadım.
Gönderen fortunato zaman: 7/03/2009 10:45:00 ÖS 0 yorum